BU ALET SUSMUYOR
80’li yıllardaki video kaset furyasını hatırlarsınız. Hani her köşebaşında içinde kopya filmlerin olduğu video kasetleri kiralayan dükkanların olduğu dönem. İnsanlar buralara gidip, video kasetleri 1-2 günlüğüne kiralayıp evde seyreder, sonra da geri götürürlerdi. Ses getiren ve ödül almış filmler ise iki video cihazı arasında bağlantı kurarak kopyalanıp arşivlenirdi. Daha sonra bu filmler çeşitli dönemlerde başa sarılıp eş, dost, arkadaş ortamında tekrar seyredilirdi. Bunların yanında yine başa sarılıp defalarca seyredilen düğün, tatil, okul gösterisi gibi çekimlerin olduğu video kasetler de televizyon sehpasının alt kısmında yer alırdı.
İşte hikaye bu “başa sarma” konusunda. O dönemlerde “video kasetler video cihazı ile başa sarılırsa cihazın oynatıcı kafasını bozuyor” diye bir söylenti çıkmıştı. Piyasaya da video kasetleri başa sarmaya yarayan cihazlar çıkmıştı. Babamın ilk gençlikten can arkadaşı Kemal amca da bu aletlerden almıştı. Bizim evde de iyi kötü bir video cihazı ve 15-20 kadar video kaset vardı. Hepsi de seyredilmiş, sona gelmiş ve öylece bırakılmış. Başa sarılmamış.
Babam bir gün Kemal amcadan bizdeki kasetleri “başa sarmak” için yeni cihazını ödünç olarak aldı. Cihaz çok basit çalışıyor. Kapağı açıp kaseti içine yerleştiriyorsunuz, kapak kapanınca başa sarmaya başlıyor, bitince de 10 saniye kadar mekanik bir müzik sesi çalıp duruyor.
Bizdeki video kasetleri teker teker başa sarmaya başladık. Her kaset sonunda o sinir bozucu mekanik müzik çalıyor, bir süre sonra susuyor. Yeni kaseti başa sarıyoruz aynı sinir bozucu müzik. Birkaç tanesi hariç kasetleri başa sarmayı bitirdik, hepsi kullanıma hazır. Ancak kafamı kurcalayan bir soru var, “Bu müzik nasıl çalıyor, nasıl susuyor?”
Hemen cihazın alt kısmındaki vidaları söküp kapağını açtım. İçinde bir motor, müzik çalan elektronik bir devre ve bu devreye enerji sağlayan bir kondansatör var. (Teknik Bilgi: Kondansatör içinde elektrik depolama özelliğine sahip elektronik bir bileşen. Ölçü birimi ise “Farad” olarak adlandırılır.) Sistemi hemen çözdüm, müzik çalma süresi, bağlı olan kondansatörün kapasitesi ile ilgili. Yani ne kadar büyük kondansatör, o kadar uzun müzik demek. Bu arada cihazı fişten çekseniz bile kondansatör boşalana kadar müzik devam ediyor.
İçinde galiba 100 mikrofarad değerinde bir kondansatör vardı. Onu söktüm ve yerine 2200 mikrofarad’lık bir kondansatör bağladım. Cihazı kapatım test etmek için içine bir video kaset yerleştirdim. Başa sarma işlemi sona erdi, motor durdu ve müzik çalmaya başladı. Başladı da bitmiyor ki... Yanılmıyorsam müzik 20 dakika kadar sürdü ve can çekişerek durdu. Tamamdır Kemal amcaya muzur şakam hazır, bekleyelim bakalım...
Ertesi gün babam Kemal amcanın cihazını iade etti. Aradan birkaç gün geçti ses seda yok. Derken bir gece saat dokuz civarında telefonumuz çaldı. Telefonu babam açtı, karşısında Kemal amca. “Bu alete ne oldu? Kaseti başa aldım, bitti ama susmuyor, yarım saat oldu, fişi bile çektim susmuyor.” Deyince babam gülerek benim kendisine yaptığım küçük şakayı açıkladı. Telefonun iki yanından kahkahalar yükseliyordu.
Ertesi gün evlerine giderek cihazı eski haline getirdim. Işıklar içinde uyu Kemal amca...
ABİM, ABİM, ABİM / KOLONYA KOKUSU
Hikayelerin kronolojik bir sıralaması yok, ancak aralarında 4 seneden fazla bir zaman olduğu halde bu iki hikayeyi bir bütün olarak anlatmam gerekiyor.
Ben 8 yaşındayım, kız kardeşim ise 3. Bir yaz günü evdeyiz. Evdeki herkes kendi kendine oyalanıyor. Annem mutfakta, babam işte, kız kardeşim ve ben de oyun peşinde.
Evimizin uzun bir koridoru vardı. Koridorun bir ucu salona, diğer ucu ise çocuk odasına bakardı. Çocuk odasının kapısının tam karşısında ise balkon kapısı bulunuyordu. Tüm kapılar açık olduğunda salon penceresinden balkon duvarına kadar en az 15 metrelik bir koşu pisti. İşte kız kardeşim bu pistte salon penceresinden balkon duvarına kadar koşuyor, geri dönüyor, tekrarlıyor.
Ben de eskiden çok moda olan somya yatağımın çevresindeki ahşap, birbirine geçme şeklinde tutturulan uzun parçalarından birini sökmüş, bir ucunu sandalye, tabure benzeri bir yere dayamış ve bir yokuş elde edip “MatchBox” arabalarımı o yokuştan aşağı kaydırmaca oynuyorum. Gerçekten çok eğlenceli.
Kardeşim koşmaya devam ediyordu. Son turunda tam balkona çıkarken ayağı balkon kapısının eşiğine takıldı ve çok kötü düştü. Düşer düşmez nefesi kesilerek ağlamaya başladı. Hani “katılarak ağlamak” derler ya, tam o şekilde. Annem sesleri duyup içeri koştu. Bu arada kardeşim ara sıra nefes alıp “abim, abim abim...” deyip ağlıyordu.
Sonucu tahmin edersiniz... Annemden okkalı birkaç tokat yedim. Kardeşim “abim, abim abim...” demeye devam ediyor, annem tokat atmaya, ben de ağlamaya...
Kardeşim sonunda “abim, abim, abim yapmadı, ben kendim düştüm!” deyince annemin yüzünde büyük bir pişmanlık ifadesi oluştu. Bana sarılıp beni de teselli etmeye çalıştı. Ancak ben çoktan payımı almıştım.
Sevgili kardeşim, sen de şu lafı bir an önce söylesene, okka altına giden ben oldum...
Aradan yaklaşık 4 sene geçti.
Kardeşim 7 yaşına gelmiş, ben de 12. Ben her zamanki gibi arabalarımla oynuyorum, elime verilmiş eski bozuk radyonun bir parçasını daha söküyorum, nasıl ses çıktığını çözmeye çalışıyorum. Merak işte... Annem yatakta uyukluyor, kardeşim ise okumayı daha yeni sökmüş, annemin yanına uzanmış kitap okumaya çalışıyor. Öyle kitap dediysek “Ali topu at, Oya tut” cinsinden.
Birden aklıma geldi, uyuyan biri kolonya koklarsa ne olur acaba? İçeri gidip kolonyayı aldım, elime döktüm ve elimi annemin burnuna yaklaştırdım. Burnundan derin derin nefes alarak uyuyan sevgili anneciğim ikinci nefesten sonra küçük bir çığlık atarak uyandı, yanında uzanmış kitap okuyan kardeşime sıkı bir tokat attı. Kardeşim durup dururken gelen tokat sonrası ağlamaya başladı. Ben gülmek ve kardeşimin ağlamasına üzülmek arasında gidip geliyorum. Kabul, kötü bir şakaydı ama galiba maç 1-1 oldu...
ANNEANNE NE KIRIYORSUN ORADA?
Yaşımın üç, üç buçuk civarı olması gerek. Babam bir yıl kadar önce işi ile ilgili bir eğitim için İngiltere’ye gitmiş. Dönmesine az bir zaman var. Annem de babamın dönmesine yakın babamın yanına gidiyor, beraber dönecekler.
Sevgili anneannem bana bakmak için bizde kalıyor. İleri yaşına rağmen evin her türlü işi yanında benim azgınlıklarımla da baş etmeye çalışıyor. Ben ise tam bir düz duvara tırmanan çocuk örneğiyim. Koltuklardan koltuklara atlayan, sehpaların üzerinde yürüyen ve salonun bir köşesindeki çift tarafı açık seperatör raflara tırmanan bir çocuk. İşte hikaye bu çift tarafı açık seperatör raf ile ilgili.
Yine rafa tırmanma çalışmaları esnasında rafın üst katlarında duran Afrika yerlisi bir kadın şeklindeki porselen gece lambası bir şekilde arka taraftan yere düştü ve paramparça oldu. Yerler kırık porselen parçaları ile dolu. Anneannem koşup geldi. Ortalığın halini ve kırılan gece lambasını görünce galiba “Küçük bir çocuğa bile sahip çıkamıyorum” düşüncesi ile ağlamaya başladı. Ne de olsa ev ona emanet edilmişti ve bir gece lambası kırılmıştı.
Ben cezalı olarak koltuğa oturtuldum, elime birkaç oyuncak verildi, anneannem ise ortalığı toparlamaya başladı. Kırık porselen parçaları süpürüldü ve çöpe atıldı.
Temizlik faslından sonra anneannem mutfağa geçti. Sanıyorum ki akşam yemeği için bir şeyler pişiriyordu. O sırada belki dalgınlık, belki dikkatsizlik sonucu metal bir tencere kapağı yüksek bir ses çıkartarak yere düştü.
“Ananeee ne kırıyorsun orada?”
Başkalarını sorgulamadan önce kendi kırdıklarını düşünsene be çocuk...
ÇAMUR’U KURTARMAK
1998 yılında bir arkadaşım oldu. Sarı-yeşil renkli, yavru bir muhabbet kuşu. Adı “Çamur”. Muhabbet kuşuna uygun bir isim değil, biliyorum ama yıllar önce “İleride besleyeceğim bir hayvan olursa adını Çamur koyacağım” diye bir karar almıştım. Kararı alırken kedi, köpek cinsi bir hayvan düşünmüştüm, kısmette muhabbet kuşu varmış.
Aramız çok iyi, bana fazlasıyla güveniyor. Ara sıra odada uçuruyorum. Bir tur atıp elime konuyor, sonrasında kendi kendine kafesine gidiyor. Ama konuşmuyor. En azından adını söylesin diye çok uğraştım, söyletemedim. Hatta bazı günler bilgisayara kaydettiğim “Çamur, çamur, çamur” sesini sabah evden çıkarken başlatıp, akşam eve dönünceye kadar dinlettim. Ama olmadı, duvarlar “çamur” dedi, o konuşmadı.
Bir gece yine Çamur salonda uçuyor, bazen gelip omuzuma konuyor, ara sıra kafesini ziyaret ediyordu. Bir iki tur daha attıktan sonra duvar kenarındaki panel radyatör ile duvar arasına düştü. Çıkması imkansız çünkü alttan borular geçiyor, kapalı. Yan taraflarda radyatörü taşıyan profiller var, kapalı. Sadece üst tarafta 60 cm. eninde ve duvardan radyatöre kadar 5-6 cm. derinliğinde bir boşluk var. El bile sığmıyor oradan. Aklıma süpürge sopası kullanarak bir merdiven oluşturmak geldi. Ama imkansız. Çamur kendine doğru gelen sopayı görünce korkup panik halinde çırpınıyor. Yapılacak tek şey, kalorifer sistemindeki suyun boşaltılması ve radyatörün sökülmesi. Ama saat olmuş gecenin 11’i. O saate nereden tesisatçı bulacağım? Çamur da sabaha kadar orada kalamaz, çok zor bir durum.
Kara kara düşünürken aklıma bir fikir geldi. Alet dolabında bir parmak kalınlığında ve birkaç metre boyunda bir ip vardı. Acaba onu “U” şeklinde radyatörün arkasındaki boşluktan aşağı sarkıtsam Çamur üzerine çıkıp tutunur muydu? Hemen uygulamaya karar verdim. İpi aldım ve Çamur’u korkutmadan yavaş yavaş aşağı sarkıttım. Ara sıra hafifçe yukarı çekip yokluyorum ancak gelen giden yok. Birden ip üzerinde bir ağırlık hissettim. İpi her iki ucundan yavaşça yukarı çektim. Çamur ipe tutunmuştu. Sağ salim kurtuldu.
Hemen o gece “yaşananlardan ders almış” olarak evdeki tüm radyatörlerin üst kısmındaki duvar boşluklarını karton kutularla kapattım.
Sevgili Çamur ile beraber tam 16 yıl geçirdik. Bir sabah onu kafesinin tabanında buldum. İster istemez gözümden yaşlar süzüldü, dile kolay tam 16 yıllık bir dostluk. Öğlene doğru evin arka tarafındaki çalılık alanda Çamur toprak ile buluştu. Bir daha hiç beraber yaşadığım hayvan dostum olmadı. Gittiklerinde çok üzüyorlar...
CİYAAAK!
Oldum olası zarar vermeyecek, masum şakalar yapmayı sevdim. Kardeşimin lise, benim ise üniversitede olduğum dönemler. Yine bir muzurluk peşindeyim.
Annemin odasında sehpa üzerinde sapı kırılmış, iyice eskimiş bir saç fırçası buldum. Uzun zamandır kullanılmadığı belli. İşte “şaka” malzemesi hazır.
Fırçayı aldım, hemen odama koştum. Oda dediğim yer ise evimizin giriş bölümündeki birkaç metrekarelik boşluğa çekilen bir perde ile oluşturulmuş bir bölme. Olta takımlarım arasından biraz misina aldım, banyoya gittim. Aklımda bir düzenek kurmak var. Misinanın bir ucu eski fırçaya bağlanacak, diğer ucu ise sifon, kalorifer boruları ve dolap arkasından geçip iç tarafta kapı koluna sabitlenecek. Bu şekilde dışarıdan banyoya giren biri kapıyı açarken tam karşısında tavana doğru hareket eden bir “yaratık” ile karşılaşacak. Banyonun iç tarafından kapıyı açıp kapatarak sistemi test ettim. Sorunsuz çalışıyor.
Evde şakaya maruz kalabilecek 3 kişi var. Annem, babam ya da kardeşim. Odama çekilip beklemeye başladım. Nasıl olsa kısa bir süre içinde birileri ihtiyaç molası için banyoya gidecek.
15 dakika kadar sonra kardeşim odasından çıkıp banyoya yöneldi. Dışarıdan ışığı yaktı ve içeri girdi.
“Ciyaaaaaak!”
ÇİKOLATA AŞKINA
Bilenler bilir. Şişli’nin alt tarafları, Bomonti bölgesi, şu anda gökdelenler, iş merkezleri ve rezidanslarla kuşatılmış durumda, ancak 80’li yıllara kadar fabrikalar ile doluydu. İlaç fabrikaları, tekstil üretim tesisleri, gıda sektöründe üretim yapan fabrikalar ve bir de dünyaca tanınmış bir çikolata markasının fabrikası. Tam bir sanayi bölgesi yani.
Çikolata fabrikasının üretim yaptığı anlarda tüm Şişli yoğun bir çikolata kokusu ile kaplanırdı. İstediğimiz her an çikolata alamasak bile kokusundan nasibimizi alıyorduk. O koku hala aklımda desem yeridir.
Yaşım 12 civarında. Babamın verdiği harçlık ile sokağımızdaki bakkaldan küçük bir paket çikolata aldım. Eve gittim ve paketi açtım ve hayal kırıklığına uğradım. Çikolata yenemeyecek kadar bozulmuştu. O zamanlar çok geçerli olmasa bile, ya son tüketim tarihi geçmiş, ya da uygun olmayan saklama koşullarında bekletilip satılmış. Oturup ağlamaya başladım. Kendi paramla çikolata alıyorum ve bozuk çıkıyor. Aldığım yer mahalle bakkalı, geri almaz, değiştirmez. Mecburen çöpe atacağım.
Babam — Oğlum, üzülme. Yenisini alırız.
Ben — (Ağlayarak) Ama çikolatam gitti.
Babam — Dur aklıma bir şey geldi, ver bakayım şu çikolatayı.
Babam bozuk çikolatayı aldı, yapabildiği kadar paketledi ve bana uzattı.
Babam — Şimdi al bu paketi, iki sokak aşağıda çikolata fabrikası var ya, işte oraya götür. Başına gelenleri anlat.
Ben — İşe yaramaz ki, gitti çikolatam.
Babam — Sen dediğimi yap, sonra görürsün işe yarayıp yaramadığını.
Çikolatayı alıp doğruca fabrikanın yolunu tuttum. Fabrika girişinde şimdiki güvenlik bölgeleri gibi bir oda vardı. O odadan geçilip arka kapısından fabrikaya giriliyordu. İçeri girdim. Bir görevli beni görüp yanıma geldi.
Görevli — Ne oldu? Kimi arıyorsun?
Ben — Kimseyi aramıyorum. Bakkaldan sizin çikolatalardan aldım bozuk çıktı. Bakkal değiştirmiyor. İşte burada.
Deyip bozuk çikolata paketini adama verdim. Paketi açıp inceledikten sonra beni oradaki bir sandalyeye oturttu.
Görevli — Sen biraz bekle burada, bakalım ne yapabiliriz.
Oturdum, bekliyorum. Bir süre sonra görevli elinde koca bir kese kağıdı ile geldi.
Görevli — Al bakalım, bunlar senin. Bozuk çikolata yerine bunları veriyoruz.
Kese kağıdını alıp hafifçe içine göz attım. En az otuz santimetre boyunda birkaç çikolata, yanında benim aldığım paketlerden en az 10 tane, torba torba şekerler, ilk kez gördüğüm çikolatalar ne ararsan var.
Teşekkür edip koşar adımlarla evin yolunu tuttum. Paket o kadar ağır ki, zor taşıyorum. Eve girer girmez babama olanları anlatıp verilen paketi gösterdim.
Babam — İşe yarıyor muymuş fabrikaya gidip bozuk çikolatayı vermek?
Galiba 12 yaşında “müşteri memnuniyeti” kavramını bizzat yaşayarak öğrendim. Elimde en az iki ay yetecek kadar çikolata ile odama gittim.
BU TELEVİZYON ARIZALI
Erol amca babamın liseden arkadaşı. O dönemden beri hiç kopmamışlar, çok sık görüşüyorlar. Çocuklar da yakın yaşlarda oldukları için sık sık ailece bir araya geliyoruz.
Hayatım boyunca tanıdığım en renkli kişiliklerden biri Erol amca. Şaka yapmayı sever, tuşlu, telli her türlü müzik aletini amatörce çalar, her türlü geri dönüşüm malzemesini ev eşyası haline getirir, resim yapar, kaligrafik yazı yazar, yetmezmiş gibi bir de iki sokak aşağıdaki ilkokulun çocuk bandosunu çalıştırırdı. Tipik bir orta halli aile babası görüntüsü verirdi.
Erol amca hafta ortası babamı aradı. Hem davet ediyor, hem de yeni televizyonunu haber veriyor. O dönemlerde televizyon almak öyle kolay değil, 80’li yılların ortaları.
Erol Amca — Bu hafta sonu gelsenize, bizimki mantı yapacak. Hem 37 ekran yeni bir renkli televizyon aldım, onu da görürsün.
Babam — Dur bakalım, bizimkilerle konuşayım, haber veririm.
Babam hafta sonu Erol amcalara gitmemizi önerdi. Bize yeni televizyonunu gösterecekmiş, işin içinde mantı da var. Kesinlikle kaçmaz.
Dedim ya, Erol amca tanıdığım en renkli kişiliklerden biri. Şaka yapmayı sever, şaka da kaldırır. Kesin bir şey yapmam lazım. Daha önce yapıp test ettiğim elektronik bir devre var. Çok basit, kibrit kutusu kadar ve pille çalışıyor. Aslında basit bir verici, ancak yayın değil parazit üretiyor.
Seksenli yıllarda bildiğiniz gibi öyle uydu yayınları, kablolu yayınlar yok. Sadece karasal yayın var. Ya apartman çatılarına takılmış, ya da televizyon üzerinde bulunan antenler ile televizyon seyrediliyor. İşte benim şaka devrem de bu yayınları bozup ekranda dalgalı görüntüler oluşmasını sağlıyor.
O Pazar günü ailece Erol amcalara gittik. Öğle saatleri olduğu için doğrudan mantı sofrasına oturuldu. Yemek sonrasında çay içerken Erol amca da yeni televizyonunu överek göstermeye başladı. TRT Renkli yayına geçeli henüz bir sene olmuş, tek bir kanal var. Erol amca televizyon üzerindeki anteni biraz çevirerek daha net bir görüntü elde etti ve yerine oturdu. Oturur oturmaz benim yayın bozucu devreyi çalıştırdım, yayın gitti. Erol amca kalktı, anteni biraz daha çevirdi. Devreyi kapattım, yayın düzeldi. Ancak Erol amca oturduğu anda tekrar çalıştırdım. Bu işlem en az 7-8 kez tekrar etti.
Erol amcanın yüzünde endişeli bir ifade oluşmaya başladı. Geçen hafta yeni aldığı televizyon çalışmıyor, dalgalı bir görüntü var. O kadar da para vermiş. Neredeyse ağlayacak.
Ben kendimi tutamayıp gülmeye başladım. Haliyle Erol amca da duruma uyandı ve koltuğun arkasına sakladığım elimi yukarı çekerek devreyi buldu, o da kahkahalarla gülmeye başladı.
Erol Amca — Ya yüreğime oturdu, ama böyle bir şakayı ancak senin yapacağını tahmin etmeliydim.
Işıklar içinde uyu Erol amca.
BAYRAM KUTLAMASI
80’li yılların ortaları. Florya’da kamptayız. O dönemlerde şimdi tematik akvaryum olan yerde belediyenin kampingleri vardı. Aslında belediye personeli için kurulmuş, ancak belli bir kısmı kura ile halkın hizmetine sunulurdu. Belediyeye 2 aylık kira yatırılır, sonrasında kura çekimi yapılır, kazanan aileler ise ikişer aylık dönemlerle tatil yaparlardı.
Yaklaşık 7 sene kadar orada yaz dönemimizi geçirdik. Karşılıklı olarak birbirine bitişik 4’lü odalar halinde bir yerleşim vardı. Dolayısıyla “komşuluk” ilişkileri çok ilerlemişti. İnsanlar kahvaltı sırasında birbirlerine çay, yemek sırasında ise o gece yapılan yemekten bir tabak ikram ederdi. O sene bayram tatili kampta olduğumuz döneme denk geldi. Haliyle “bayramlaşma” faslı da gündemdeydi.
Ben tam delikanlı dönemimdeyim. Sabahtan akşama yüzümde maske, ağzımda şnorkel, elimde zıpkın denizde balık peşindeyim.
O bayram sabahı ilk dalışımı birkaç kefal, karagöz ve dil balığı hasılatı ile gerçekleştirdikten sonra odaya döndüm. Bizimkiler “Hadi kurulan, giyin ve komşularla bayramlaş” dedi. Daha balıklar ayıklanacak, temizlenecek ki akşama sofraya gelebilsinler.
Balıkları bir kenara bırakıp ıslak mayomu değiştirdim. Daha doğrusu o sıcakta giyinmek biraz zor geldi. Hemen içeri gidip sadece yaz dönemlerinde kullandığımız fermuarlı bez dolabı açıp içinden babamın bir kravatını aldım. Özenle kravatı bağladım. Üzerimde sadece mayo ve kravat var.
Odadan dışarı çıktım. Annem “Oğlum bu ne hal? Ne yapıyorsun öyle?” dedi. Ben hiç istifimi bozmadan “Anne, komşularla bayramlaşmaya gidiyorum, biraz resmi olmak lazım” dedim.
Annemin ve babamın kahkahaları ortalığı inletirken ben çoktan “resmi bayram” ziyaretlerine başlamıştım.
GİT, AMA BİR DAHA GELME
1987 yılı Nisan ayının sonları. Üç arkadaş birkaç gün için Marmaris’e gitmeye karar verdik. İstanbul’da henüz bahar havası ama oralara çoktan yaz gelmiş.
Gecenin bir yarısı otobüse atladık ve Marmaris’in yolunu tuttuk. Yanımda bir sırt çantası ve tabii ki gitarım var. Sabah Marmaris’e varıp arkadaşlardan birinin daha önce kaldığı pansiyona yerleştik. Biraz dinlendikten sonra günün kalan kısmını deniz, kum ve güneş ile geçirdik. Akşam saatlerinde Marmaris’in içine gidip bir şeyler atıştırdık ve gecenin kalanını bir barda tamamlamaya karar verdik.
Marmaris’in barlar sokağı o zamanlar bu kadar dolu ve kalabalık değildi. Toplasanız 5-6 bar vardı. Sokağın en başında kıpkırmızı bir kapısı olan bar ilgimizi çekti ve içeri girdik. Barın sahibi Gülay orta yaşın üzerinde bir hanım. Bir şeyler içiyor ve sohbet ediyoruz. Derken Gülay hanım gitarımı gördü.
Gülay Hanım — Gitar mı çalıyorsun? Birkaç parça çalar mısın?
Ben — Bilmem ki, bir deneyelim.
Gitarı kılıfından çıkarttım, çalıp söylemeye başladım. Ben çalıp söyledikçe bar kalabalıklaşmaya başladı. Kapıdan geçerken duyan içeri geliyor. Gülay Hanım oldukça memnun. Gecenin ilerleyen saatlerinde Gülay Hanım yanıma geldi.
Gülay Hanım — Yazın gelip burada akşamları gitar çalsana, hem tatil yaparsın, hem de para kazanırsın.
Benim için müthiş bir teklif bu. Düşünsenize, hobimi yaparken para kazanacağım. Hem almak istediğim gitarı da alabilirim. Ailemle konuşup haber vereceğimi söyledim. Birbirimizin telefon numaralarını aldık. Gülay Hanım o gece misafiri olduğumuzu söyleyip bizden para almadı. Bardan ayrılıp pansiyona geri döndük. Takip eden 2-3 gün aynı şekilde geçti. Gündüz deniz, gece bar.
İstanbul’a döndük. Döner dönmez babama Marmaris’te aldığım iş teklifini anlattım.
Babam — Olmaz öyle şey, saçmalama.
Ben — Ama baba, hem tatil yapacağım hem de para kazanacağım.
Babam — Konu kapandı, gidemezsin.
Gerçekten konu kapandı ama Mayıs ayının sonlarına kadar. Teklif hala aklımda. Bir şeyler yapıp gitmem lazım.
Ben — Ya baba, gitsem ne olur ki?
Babam — Olmaz gidemezsin, otur oturduğun yerde.
Ben — Koca adam oldum, güvenmiyor musunuz bana?
Babam — (sinirli bir şekilde) Yeter artık, gitmeyeceksin.
Ben — Gitmek istiyorum.
O anda babamdan eski Türk filmlerinden çıkıp gelmiş gibi can alıcı bir cümle geldi.
Babam — Git o zaman, ama bir daha gelme!
Ne mi yaptım? Ertesi hafta sırt çantam ve gitarımla Marmaris’teydim. Gündüzleri deniz, kum güneş ile, geceleri ise barda çalıp söyleyerek günler geçiyor. Ancak her gün evi arayıp konuşuyorum. O zamanlar cep telefonu yok, sadece jetonlu telefon kulübeleri.
Aradan bir ay kadar zaman geçti. Biraz para bile biriktirmiştim. Kaldığım pansiyon ile görüşüp bizimkiler için yer ayırttım. Annemi, babamı ve kardeşimi davet ettim ve onlara tatil hediye ettim. Bir gece beni dinlemeye bile geldiler. Sanki “Git, ama bir daha gelme.” diyen babam değildi.
O sezon ortasında Bodrum’a geçtim ve barlarda çalıp söylemeye orada devam ettim. Sezon sonunda da İstanbul’a döndüm. Tabii ki bizimkiler beni çok sıcak karşıladılar. Ne de olsa ne iş yaptığımı, çalıp söylediğim yeri gelip görmüşlerdi.
Bir sonraki yıl yine Mayıs ayında bu kez Bodrum’a gitmek üzere babamla konuşuyorum.
Ben — Program yapacağım otel ve bar ile görüştüm. Haftaya bekliyorlar.
Önceki sene “Git, bir daha gelme.” diyen babamın ağzından şu kelimeler döküldü...
Babam — Git, ama iyi yerlerde çalıp söyle. Her gün evi aramayı da ihmal etme.
MANDOLİN DERSİ
İlkokul üçüncü sınıftayım. Pek de mutlu olmadığım özel okuldan sonra devlet okulundayım. Sınıf alışık olmadığım kadar kalabalık. Her kesimden en az 50 öğrenci var diyebilirim. Ortama çabuk alıştığımı hatırlıyorum. Diğerlerine göre daha iyi anlaştığım birkaç yakın arkadaşım bile oldu.
Okuluma gitmek için ana caddeden karşıya geçmek zorunda olduğumdan beni annem götürüp getiriyor. Ara sıra işi olmadığı zamanlarda da babam. Bir gün okulun panosuna bir duyuru asıldı. Öğrenciler için “Mandolin Kursu” açılıyormuş. Cumartesi sabahları okula gelen bir mandolin hocası tarafından ders verilecekmiş. Sene sonunda ise topluca bir konser olacakmış. Babam ilanı görünce hemen beni kursa yazdırmaya karar verdi.
Babam — Bak mandolin kursu varmış. Seni yazdıralım. Hafta sonları ders alıp öğrenirsin.
Ben — İstemem. Ben mandolin sevmiyorum.
Babam — Bir denersin en azından, belki de seversin.
İstemediğim halde mandolin kursuna kaydım yapıldı. Bir yerlerden kullanılmış bir mandolin bulundu ve Cumartesi günleri kursa gitmeye başladım.
Gidiyorum da çok zor bir iş. Aletin üzerinde bir sürü tel, elime tutuşturulan, pena denen bir plastik parçası, karatahtaya çizilmiş beş çizgi üzerine dizilmiş notalar, hepsi çok zor. Özellikle tellere kısa dokunuşlarla yukarı-aşağı hızlı bir şekilde vurarak yapılan “tremolo” denen hareketi yapmam neredeyse imkansız. Sınıf arkadaşlarım yapmaya başladılar bile, ancak ben yapamıyorum.
Cumartesi günleri mandolin kursuna gitmek artık bir işkence haline gelmeye başlamıştı. Üstelik sadece Cumartesi değil, hafta ortası da verilen ödevleri yapmam gerekiyor. Defalarca bizimkilere gitmek istemediğimi söyledim ama dinletemiyorum. İstemiyorum, hoşuma gitmiyor. Bir şeyler yapıp bu mandolinden kurtulmam lazım.
Yine bir hafta ortası verilen mandolin çalışmaları ile uğraşırken nasıl bir ruh haline girdiysem “Yeter artık, mandolin çalmak istemiyorum.” diye ciyak ciyak bağırarak mandolini duvara vurup parçaladım. Annem ve babam koşarak geldiler. Ben ağlıyorum, yerde de paramparça bir mandolin. Babam “Neden böyle bir şey yaptın? Hem ileride sana gitar alırdım ona devam ederdin” dedi.
Bu olay sonrasında müzik hayatım sona erdi. Ta ki liseyi bitirip üniversiteye başlayacağım yaz “Gitar” ile tanışana kadar.