PATLAMIŞ MISIR
Lise sondayım. Bahar ayları gelmiş, havalar ısınmaya başlamış ve içimiz kıpır kıpır. O hafta sonu sınıf arkadaşlarımdan birkaçı ile sinemaya gitmeye karar verdik. Şişli Site sinemasında şimdi adını hatırlamadığım bir filme gideceğiz. Sinema önünde buluştuk. Filmin başlamasına daha 1 saatten fazla var. Önce bir şeyler yemeye karar verdik. Sinemanın birkaç bina yanındaki Kristal büfeden ıslak hamburger ve ayran ile öğle yemeği faslı bitti. Filmin başlamasına da yarım saat kalmıştı.
Sinemaya doğru yürüdük. Tam sinemanın önünde tekerlekli arabası üzerinde tüp gaz ve kapalı bir elek ile mısır patlatıp satan biri vardı. Almaya karar verdik. Adam kese kağıdına mısırları doldurup sıra ile hepimize vermeye başladı. Ben durur muyum? Bana verilen mısırları alır almaz “Abi, bu mısırlar patlak!” dedim. Ne de olsa patlamış mısır değil mi? “Patlak” kelimesinin olumsuz etkisinden olsa gerek “Hemen değiştireyim delikanlı” deyip elime yeni bir kesekağıdı tutuşturdu…
ÖLÜLER ISIRMAZ
80’li yılların sonuna doğruydu yanlış hatırlamıyorsam. Üniversitenin Mezunlar Derneği kapısının birkaç sokak ilerisinde bir cafe-bar, restoran vardı. Sahibi de okuldan. Ara sıra grup halinde gidiyoruz, hatta personel sıkıntısı olduğu için yardım bile ediyoruz. Sık gittiğimiz yerlerden biri olmuş. Mekanın sahibi evlenmeye karar vermiş, hazır cafe-bar, restoran var, haliyle düğün de orada olacak.
Sevgili arkadaşım Hamdi ile konuşup anlaştık. Restoranda buluşacağız. Sonrasında Arnavutköy’deki evine gideceğiz, ben de onda kalacağım.
Saati geldiğinde hepimiz oradayız. Şık giyimli kızlar, takım elbiseli erkekler. Tam bir düğün ortamı. Mekan “bar” olunca içecekler de ücretsiz tabii ki. Hem de bir duvar dolusu. İstediğimizi alıp kendimiz doldurup içiyoruz. Yavaş yavaş çakır keyif olmaya başlamışız.
Gecenin sonuna doğru davetliler birer birer ayrılmaya başladı. Yakınlardaki bir taksi durağından devamlı olarak araçlar geliyor, gidiyor ancak bize henüz sıra gelmiş değil. Üstelik taksilerin gelme süreleri de uzamaya başlamış. Ben de, Hamdi de biraz fazla kaçırmış durumdayız, saat neredeyse ikiye geliyor.
Ben — Abi ya, bu saatte buraya taksi gelmez artık. Aşiyan’a doğru aşağı gidelim, orada ana caddede taksi buluruz. Hem yürüyünce de biraz açılmış oluruz.
Hamdi — İyi fikir sahiden.
Aşiyan’a doğru yürümeye başladık. Öyle kısa bir yol da değil, en az 20 dakikadır yürüyoruz. Okulun Aşiyan kapısını geçtik, biraz aşağıda sol tarafımızda Aşiyan Mezarlığı’nın kapısı var. Sağ tarafımızda ise zifiri karanlıkta göremediğimiz bir köpek hırlaması. Havlasa daha az korkacağım ama hırlıyor, üstelik göremediğimiz bir köpek. Biraz ileride caddenin ışıkları görünüyor, neredeyse yüz metre kalmış. Ancak ikimizde de ilerleyecek cesaret yok. Bu noktadan sonra geri de dönülmez.
Ben — Mezarlığın kapısından içeri girelim, alt kapıya kadar yürüyüp oradan çıkarız. Zaten caddeye gelmiş olacağız.
Hamdi — Gecenin ikisinde mezarlıktan mı geçeceğiz?
Ben — Köpekler ısırır ama ölüler ısırmaz!
Aşiyan Mezarlığı’nın ana kapısından içeri girip aşağı doğru yürümeye başladık. Ortalık karanlık, sadece hafif bir ay ışığı var. Mezarların arasındaki yolları el yordamıyla bulmaya çalışarak ilerliyoruz. Derken ileride mezarlığın alt kapısı göründü. Adımlarımız sıklaştı, artık yolda ilerlemeye çalışmıyoruz, adımlarımız nereye denk gelirse basıp geçiyoruz.
Alt kapıya geldik. Geldik gelmesine de bizi çok büyük bir sürpriz bekliyor, kapı kilitli. Kapının demirleri kalın bir zincir ile sarılmış, koca bir asma kilit ile emniyete alınmıştı. Ne yapacağımızı düşünürken birden en alttaki mezar taşının biraz yüksek olduğunu farkettik. Üzerine çıkarsak mezarlık duvarını aşıp aşağı atlayabilirdik. Öyle de oldu. Duvarın üzerine çıktık ve cadde tarafına doğru aşağı atladık. Caddeye ulaşmıştık.
Atlar atlamaz Hisar tarafından bir taksi geldiğini gördüm. Eminim taksi şoförü de bizi gördü. Hemen durması için işaret ettim. Durdu ve ikimiz de arka koltuğa oturarak bindik.
Taksi şoförü yola bakacağına aynadan bize bakıyor. Düşünsenize gecenin ikisinde mezarlık duvarından takım elbise giymiş iki adam atlıyor ve arabasına biniyor.
Şoför — (Besmele çekerek) Abi nereye gidiyoruz?
Ben — Arnavutköy.
Şoför — Abi, şey. Yani siz...
Ben — Yokuştan iniyorduk, köpek vardı. Korktuk mezarlıktan yürüdük.
Adam inandı mı, inanmadı mı bilmiyorum ama Aşiyan’dan Arnavutköy’e kadar yola bakacağına aynadan bize bakarak arabayı sürdü.
BEN ORAYI BİLİYORUM
1990 yılında üniversiteden 4 arkadaş bir İtalya turu yapmaya karar verdik. Okul yıllarından beri birlikte olan, sonrasında evlenmiş bir çift, ben ve Hamdi. Tur öyle çok uzun değil, 10 gün kadar sürecek. Daha hayata yeni atılmışız, dolayısıyla gidiş-dönüş ve konaklama masraflarını en düşük düzeyde tutmamız gerekiyor. Biraz araştırma sonrası eski Yugoslavya Havayolları JAT ile Belgrad aktarmalı bir uçuş bulduk. Aktarmadan dolayı yol biraz uzun sürecek ama neredeyse diğerlerinin yarı fiyatına. O dönemlerde İtalya için vize yok, pasaportumuzu alıp gidebiliyoruz. Ben iki sene kadar önce İtalyan Kültür Merkezi’nde 2 kur İtalyanca kursuna gitmiş olduğum için kendimi kurtaracak kadar İtalyanca konuşabiliyorum.
İlk durağımız Milano. İstanbul’da birkaç sene komşu olarak yaşadığımız aile İtalya’ya geri dönmüş. Onları aradım ve bize hesaplı bir otel buldu. 2 gün orada geçirdik. Sonraki durak Modena ve ardından Floransa. İşte öykü burada geçiyor.
Floransa’da iki gün geçirdikten sonra grup olarak ayrı ayrı yerlere gitmeye karar verdik. Belli bir saate de dönüp buluşacağız. Evli çift Pisa Kulesini görmeye karar verdiler, ben ve Hamdi ise Floransa’yı keşfetmeye.
Merkezde bisiklet kiralayan bir dükkan vardı. Oradan bisiklet kiralayıp Floransa’yı gezmeye başladık. Tur esnasında dönüş uçağımızın da onaylanması gerekiyor. Yani havayolu firmasını arayıp “Biz uçuyoruz” dememiz gerekli. İtalya’da nerdeyse her yerde telefon kulübeleri var. Meydanlarda, metroda hatta cafelerde bile. Bir yorgunluk kahvesi içmek için bir cafe önünde durduk. Küçük bir cafe, en fazla 5-6 masa var, en dipte de halka açık telefon. İçeride, tezgah arkasında sarışın bir kız var. İtalyanca telefon edip edemeyeceğimi sormaya çalışırken kızın İngilizce bildiğini farkettik. İtalya’da turistik işletmeler hariçinde İngilizce bilen birini bulmak çok zor. İngilizce devam ediyoruz. Telefon işini hallettikten sonra bir masaya oturup kahvelerimizi söyledik. Bu arada İtalyan kız (adı Maria’mış) da bize katıldı sohbet ediyoruz. Sohbet İngilizce ancak Türkçe’si tam aşağıdaki gibi.
Maria — Nereden geliyorsunuz?
Ben — Türkiye.
Maria — Aaa, hangi şehir?
Ben — İstanbul.
Maria — Neresinden? İstanbul’u çok iyi bilirim.
Konuşma bu kadar hızlı devam ederken ister istemez “Şişli” deyiverdim.
Maria — Ben orayı biliyorum, Taksim’den otobüse binince birkaç durak sonra.
Hamdi de ben de donup kalmıştık. İtalya’nın göbeğinde İtalyan bir kız neredeyse evimi biliyor. Sonrasında anlaşıldı ki, Maria en az 10 kez İstanbul’a gitmiş, Laleli piyasasından bir arkadaşı varmış, tüm İstanbul’u gezmişler.
Maria kahvelerin ikram olduğunu söyleyip bize Floransa’yı gezdirmeyi teklif etti. Hemen bisikletleri aldığımız yere bırakıp yürüyerek geri döndük. Maria’nın arabasına bindik ve Floransa’nın neredeyse her yerini gezdik. Fiorentina’nın stadyumunu bile gördük.
“Dünya küçük” derler ya, gerçekten küçükmüş. Sen git Floransa’da telefon etmek için bir cafeye gir, orada neredeyse evini bilen bir kız ile karşılaş.
Telefon numaralarımızı birbirimize verdiğimiz halde Maria ile bir daha hiç görüşemedik.
KEŞKE YARIM SAAT DAHA KALSAYDIM
1988 yılı Temmuz ayının ortaları. Şimdi lüks bir restoran olan ancak üniversite döneminde uğrak mekanımız Hisar’daki Ali Baba’nın kahvesindeyim. O dönemlerde Ali Baba kahvesinin müdavimi olanlar bilir. Kahvenin bahçe kısmına bir merdivenden çıkarak girilir. Arka tarafta genellikle kış aylarında kullanılan kapalı bir mekan var, sağ tarafta büyük ve çok sayıda masanın olduğu bir alan, sol tarafta ise daha küçük, birkaç masanın olduğu samimi bir yer var.
İşte o küçük bölümde birkaç arkadaş oturmuş, çay içip sohbet ediyoruz. Arkadaşlarımdan biri eski gitarını da getirmiş. Ara sıra şarkı söylüyor, vokal denemeleri yapıyoruz. Kimseyi rahatsız etmeden kendi kendimize müzik yapıp eğleniyoruz.
Masaya çaylar geliyor, boşlar alınıyor, yenileri geliyor. Yan taraftaki pastaneden aldığımız tatlı-tuzlu kurabiyeler ise çayın yanına eşlik ediyor. Biz de çalıp söylemeye devam ediyoruz.
Saatler geçiyor, neredeyse akşam altı olmuş. O zamanlar İstanbul’da ulaşım şimdiki gibi değil. Ne metro var ne de metrobüs. Tüm ulaşım otobüs ile sağlanıyor. Evim Şişli’de olduğu için Beşiktaş’ta aktarma yapıp iki otobüs ile gideceğim. Yol uzun, erken ayrılmak lazım.
Ben — Beyler, benim kalkmam lazım. Otobüs bekleyip Beşiktaş’a gideceğim. Sonra da Şişli’ye. Size iyi muhabbetler.
Arkadaşlardan biri — Otursaydın biraz daha.
Ben — Ancak giderim, görüşürüz.
Kahvenin önündeki otobüs durağına gittim. Bir süre bekledikten sonra otobüs geldi. Önce Beşiktaş, oradan da Şişli’ye geçip eve gittim.
Aradan birkaç gün geçti. Yine Hisar’da Ali Baba’nın kahvesindeyim. Birkaç gün önce beraber olduğum arkadaşlarım aynı yerde oturmuş sohbet ediyorlar. Yanlarına gidip selamlaştıktan sonra “Zamanlama Pişmanlığı” yaşayacağım haber geldi.
Arkadaşım — Ya o gün gittin ya, senden yarım saat sonra buraya kim geldi biliyor musun? Joan Baez.
Ben — Ne ciddi misin?
Arkadaşım — Tabii ki ciddiyim. Üstelik beraber bir iki parça çaldık, söyledik. Gitarımı da imzaladı.
Öylece kalakaldım. Önceki gün, Uluslararası İstanbul Festivali bünyesinde Joan Baez’in Rumeli Hisarı’nda konseri vardı. Konser öncesi İstanbul’u ve boğazı daha yakından tanımak için kısa bir tur atmış ve kahveye uğramış.
Be adam, yarım saat daha kalsan ne olurdu. Öyle bir ortamı yaşadıktan sonra insan Hisar’dan Şişli’ye kadar yürür.
DÖNÜP BAKMADI BİLE...
1985 yılının Nisan ayları. Girişimci bir arkadaşım Abant’a günübirlik bir gezi düzenlemiş. Sabah erkenden yola çıkılacak, akşama kadar göl kenarında zaman geçirilip geri dönülecek.
Ben de çağırıldım. Ancak tahmin edersiniz ki “Gitarını da alsana” cümlesine maruz kalıp “mütemmim cüz” haline gelmiş gitarımı da yanıma aldım.
O tarihlerde şimdiki gibi otoyol yok, birkaç saat süren yolculuk sonrasında öğle saatlerine doğru Abant’a vardık. Otobüs bir kenara park etti. Otobüsten sandalyeler, portatif masalar, mangallar, köfteler indirildi. Göl kenarına yerleşerek güne başladık.
Hava oldukça serindi. Göl üzerinde bazı bölgelerde yüzen buz parçaları bile vardı. Elimi suya soktuğumda parmaklarımın donduğunu hissettiğim halde tura katılanlardan iki kişi biraz merak, biraz da kızlara hava atmak için göle girdiler.
Bir yandan muhabbet, bir yandan mangal keyfi devam ediyor. Arada gitar çalıp şarkı söylüyorum. Ortam harika.
Derken tam bulunduğumuz yere bal köpüğü renginde, pırıl pırıl bir Rolls Royce yanaştı. Bizden 5-10 metre ileride durdu. Şoför araçtan inip arka taraftan dolaşarak sağ arka kapıyı açtı. İçinden gri cübbeli, sarıklı, sakallı bir adam indi. Göle doğru yürüyüp göl kenarına çömeldi ve seyretmeye başladı.
Hepimiz gelen arabaya ve inen adama bakıp duruyoruz. Ben ise “biraz daha dikkatli” bakıyorum, çünkü gelen adam Yusuf İslam. Yani eski adıyla Cat Stevens. O aralar Türkiye’ye çok sık gidip geliyor.
Hemen gitarımı alıp başladım.
“Now that I’ve lost everything to you
You say you wanna start something new
And it’s breakin’ my heart you’re leavin’
Baby, I’m grieving”
Cat Stevens’ın en sevdiğim parçalarından birini, Wild World’ü çalıp söylüyorum. Duymaması imkansız, aramızda en fazla 10 metre var. “Birazdan kalkıp yanıma gelecek, beraber çalıp söyleyeceğiz, fotoğrafımız çekilecek ve ben yıllarca saklayacağım” hayalini kurarak çalmaya devam ediyorum. Ama nafile... Dönüp bakmadı bile. Gölün suyuna bir süre daha bakıp “erdikten” sonra kendisini bekleyen Rolls Royce’a binip uzaklaştı.
“CAN” VE “SU” İLE BİTEN İSİMLER
1990 senesi. Evli arkadaşlarım çocuk sahibi olacaklar. Daha doğuma var, bebeğin cinsiyeti belli değil. Ancak isim bulma çabası içindeler. Etraflarındaki herkesten isim önerileri alıyorlar.
O dönemlerde “can” ve “su” ile biten isimler çok modaydı. Kızlar için Bilgesu, Cansu, Pelinsu, Aysu gibi “su” ile biten isimler kullanılırken, erkek çocuklar için Alican, Muratcan, Berkecan, Oğulcan gibi “can” ile biten isimler tercih edilirdi.
İki ay kadar sonra bir gece arkadaşlarımızın evinde oturuyoruz, çaylar içiliyor, sohbet ediliyor. Bebeğin cinsiyeti belli olmuş. Bir erkek. Dolayısıyla konu tekrar isim önerilerine geldi.
Herkes kendince öneride bulunuyor, müstakbel anne-baba türlü bahanelerle beğenmiyor.
— Oğuzcan ya da Mertcan’a ne dersiniz?
— Olmaz, beğenmedik.
— Peki Kerimcan olsun.
— Yok olmaz, onu da beğenmedik.
— Uğurcan’a ne dersiniz?
— Ya, bilmem ki?
Sessizce önerilen isimleri dinlerken aklıma müthiş bir şaka geldi. Bunu yapmalıydım.
— Buldum! Bu ismi kesinlikle çok beğeneceksiniz, hem de “can” ile bitiyor.
— Çabuk söyle, nedir?
— Patlıcan!
Dakikalarca güldüğümüzü hatırlıyorum. Bu arada bebeğin ismi “can” ile biten bir isim olmadı...
SON TÜKETİM TARİHİ
1985 yılının son günü. Annesi ve babası dışarıda bir programa gittiği için yılbaşı gecesini bir arkadaşımızın evinde geçiriyoruz. Saat sekize doğru toplandık. Yaklaşık 10 kişiyiz. Arkadaşım Hayri’nin annesi çıkmadan önce her türlü hazırlığı yapmış, derler ya “Sofrada bir kuş sütü eksik”. Aramızdan birkaç kişi müzikle ilgilendiği için gitarlarımız da bizimle beraber, çalıp söylüyoruz, vokal denemeleri yapıyoruz. Gecenin belgelenmesi için taşınabilir bir kaset teyp ile ortam sesleri de kayıt altında. O zamanlarda teknolojik imkanlar teyp ile sınırlı.
Sofraya oturduk, bir yandan atıştırıyor, bir yandan masa başı muhabbeti ve şarkılarla devam ediyoruz. Herkes bir konuda fikir yürütüyor, fıkra anlatıyor, başından geçen komik olayları hatırlatıyor.
Masada türlü yiyeceklerin dışında kangal halinde, kesilmemiş bir sucuk var. Bu muhabbet içinde birimizin sucuğu dilimler halinde kesip servise hazır hale getirmesi gerekiyor ama kimsenin yanaştığı yok.
İhale bana kaldı. Sucuğu aldım ama öyle hemen kesmek olmaz, işi biraz eğlenceli hale getirmek lazım. Sucuğun üzerinde rulo şeklinde sarılmış bir etiket var. Üzerinde marka, logo, firma adı ve son tüketim tarihi yer alıyor. Son tüketim tarihi ise şimdiki gibi yüksek teknoloji ile mürekkep püskürtmeli veya lazer oyma ile yazılmamış, bildiğiniz stampa mürekkebi ve kaşe ile basılmış. Etiketi yüksek sesle okumaya başladım.
Ben — Komikoğlu sucukları, yılların getirdiği lezzet.
Arkadaşlar — Ya keseceksen kes şunu da yiyelim.
Ben — Yüzde yüz dana etinden hijyenik ortamda el değmeden imal edilmiştir.
Arkadaşlar — Uzatma işte, kes gitsin.
Ben — Son tüketim tarihi 31 Aralık 1985!
Birden ortalığı bir sessizlik kapladı. Aslında son tüketim tarihine daha çok vardı ancak muzurluk olsun diye ben öyle söylemiştim.
Ben — Millet, hemen kesiyorum, şurada 3 saatimiz kaldı, yeni yıla girmeden hepsini bitirmemiz lazım.
BEN, BEN, BEN!!!
Seksenli yılların sonlarına doğruydu yanlış hatırlamıyorsam. Şu anda neredeyse her ilçede mantar gibi ortaya çıkan AVM’lerin ilk örneği Galleria, Ataköy’de yeni açılmış, insanlar akın akın görmeye gidiyorlar. Kartal’dan sabahın köründe yola çıkıp İstanbul’un diğer ucuna, yeni alışveriş merkezine gidenler bile var. O dönemlerde İstanbul neredeyse Tekirdağ’a yapışmamışken diğer ucu da o bölgeler sayılıyor.
Sevgili arkadaşım Osman yaklaşık 3 yaşındaki yeğenine o hafta sonu Galleria’ya gitme sözü vermiş. Onu alacak, arabasına bindirecek ve beraber gidecekler. Ancak küçük bir sorun var. Üç yaşındaki bir çocuk o kadar uzun bir yolda arabada rahat duracak mı? Birilerinin beraber gidip özellikle yolculuk esnasında ona göz kulak olması gerekiyor. Doğal olarak o “birileri” ben oldum.
Öğleye doğru yola çıktık. Küçük yeğen arabada rahat durmayacağı için ben onunla beraber arka koltukta oturuyorum. Yaşından kaynaklanan dışarıyı görme isteği ve boyundan kaynaklanan dezavantaj ile küçük yeğen iki, üç dakikada bir ayağa kalkıyor, camdan dışarı bakmak istiyor. Trafikte olduğumuz için bu onun açısından tehlikeli bir durum. Her seferinde anlayabileceği bir dil kullanarak bu durumun tehlikeli olduğunu anlatmaya çalışıp yerine oturmasını sağlıyorum. Ancak olaylar durmaksızın tekrarlıyor.
Küçük yeğenin yine ayakta olduğu bir anda değişik bir yöntem uygulamaya karar verdim.
Ben — Osman, arabada ayakta duran biri mi var?
Osman — Yoo, ben göremiyorum, kimse yok galiba.
Ben — Bana sanki ayakta biri var gibi geliyor, acaba yanılıyor muyum?
Konuşmalarımızı dikkatle dinleyen küçük yeğen yerinde zıplayıp kendini daha iyi göstermeye çalışarak “Ben, ben, ben!!!” diye bağırmaya başladı. Tabii ki biz de kahkahalarla gülmeye.
Üç yaşındaki çocuğa “kinayeli” bir şekilde laf anlatmaya çalışırsan böyle olur işte. Yıllar sonra bile hatırlanır ve gülünür.
ALKOL ŞANSI
Üniversiteden yakın arkadaşım Emre’nin Bodrum’da bir evi var. Senelerdir beni çağırıp durur ancak hiç fırsat yaratamadım. Sonunda yaz döneminde gitmeye karar verdim. Bodrum’a gitmeyeli neredeyse 30 sene olmuş, merak da ediyorum doğrusu. Acaba oraları tanıyacak mıyım? Tanıdık kimse kaldı mı? Seneler önce çalıp söylediğim mekanlar duruyor mu?
Bodrum’a ulaşım da benim çaldığım dönemlere göre çok daha kolay olmuş. Metro ile Sabiha Gökçen, uçak ile Milas, servis ile Bodrum.
Emre beni Bodrum eski otogardan aldı ve evine gittik. Biraz sohbetten sonra Emre ertesi gün benim de İstanbul’da tanıştığım ve birkaç kez görüştüğüm arkadaşı Çetin ve eşinin de Bodrum’a geleceğini ve onda kalacaklarını söyledi. Yani kalabalık bir grup olacağız, eğlenceli geçeceğe benziyor. Çetin son iki yıldır Fethiye’de yaşıyor, çoğu insanın yaptığı gibi İstanbul’dan sıkılıp kaçmış. Sabah erken yola çıkıp öğle saatlerinde Bodrum’da olmayı planlamışlar.
Öğleden sonra saat 14:00 civarında Çetin ve eşi geldiler. Odalarına yerleştikten sonra kahve eşliğinde sohbete başladık. Sohbetin hemen başında:
Çetin — Alkol şansı var mı, bizimkini almayı unutmuşuz?
Ben — Dur ya, akşama kadar sabret. Ne o gelir gelmez istiyorsun?
Çetin — Akşama kadar bekleyemeyiz, acil lazım, kapanmak üzere.
Neyin kapanmak üzere olduğunu anlamaya çalışırken bende jeton düştü. Meğer “Alkol şansı” değil “Iphone şarjı” istiyormuş. Küçük bir yanlış anlama olayı işte...
YAKTIN BENİ BE ABİ!
Doksanlı yıllarda oldukça geniş ve çok yakından görüşen bir arkadaş grubumuz vardı. Neredeyse her hafta sonu ya birimizin evinde, ya da dışarıda bir yerlerde buluşup hoşça zaman geçirirdik. Bir de geleneksel 29 Ekim Assos tatilimiz olurdu. Hele bir de 29 Ekim hafta sonuna yakın bir güne denk gelirse 3-4 günlük bir yaza veda tatili olurdu.
Yine bir 29 Ekim tatilinde Assos’da tam sahilde bir oteldeyiz. Ben doğal olarak gitarımı da getirdim. Malum hep beraber çalıp söyleyeceğiz. Otelin iki bina yanında ise bir restoran cafe bar var. Oraya ulaşmak için insanlar kaldığımız otelin önündeki masalar ile otelin giriş kapısı arasından geçmek zorundalar. Restoran sahibi 31 Ekim Halloween (Cadılar Bayramı) için bir sürü hazırlık yapmış. Restoranı türlü cadı maskeleri, iskeletler, bal kabakları ile süslemiş.
Gece başladı. Bir yandan yemeklerimizi yiyor, bir yandan sohbet ediyoruz. Saatler ilerleyince artık çalıp söyleme zamanının geldiği konusu hatırlatıldı. Odaya çıkıp gitarımı aldım ve çalıp söylemeye başladım. Otelin önü de kalabalıklaşmaya başladı. İçeceğini alan komşu otellerin misafirleri, yürüyüşe çıkmış insanlar, hepsi bizim kaldığımız otelin önüne gelip dinlemeye başladılar. Neredeyse yüz kişi otelin önünde. Ara sıra peçeteye yazılmış istek parçaları bile geliyor. Neşeli geçen saatlerden sonra kendimi çok yorgun hissederek çalmayı bıraktım, bir süre sonra da odalarımıza çekildik.
Ertesi sabah kahvaltı esnasında bir bey yanıma geldi. Yandaki restoranın sahibiymiş.
Restoran sahibi — Tebrikler, dün akşam sizi dinledim. Çok güzel çalıp söylüyorsunuz.
Ben — Çok teşekkürler, beğendiğinize sevindim.
Restoran sahibi — Güzel de, yaktın beni be abi! Dün gece için o kadar hazırlık yaptım, müşteri bekledim. Gelenler otelin önünde takılıp kaldı, rezervasyonlar iptal edildi, koca geceyi en fazla on müşteri ile kapattık.
MİSTİK HİKAYELER
1985 yazı, Florya’da kamptayız. Gece saat epey ilerlemiş, gece yarısını çoktan geçmiş. Her yazlık mekanda gece geç saatlerde çoğu şehir efsanesi olan aklın ve mantığın almadığı mistik hikayeler anlatılır ya, kiminin büyük babaannesinin başından geçmiştir, kiminin de eski komşusunun köyde yaşayan dedesinin. İşte böyle bir ortamda herkes bire bin katarak duyduğu ya da uydurduğu bir hikaye anlatıyor. Arkadaş grubumuzdan Şenol ise bu tip hikayelerden çok etkilenen, hatta korkan biri. Değil dinlemek, duymak bile istemiyor. Ancak bizler inadına devam ediyoruz.
Kampta iki tip konaklama imkanı var. Birbirine bitişik beton odalar ve çadırlar. Şenol çadırda ailesi ile birlikte kalırdı. Çadırlar ise o anda bulunduğumuz yere birkaç yüz metre uzaklıkta. Gruptan biri “Beyler artık geç oldu, dağılalım, yarın görüşürüz” deyince Şenol yolda sıkılmamak için kendisi ile çadıra kadar gelmemizi istedi. Hepimiz yalnız gitmekten korktuğu için böyle söylediğini anlamıştık.
Hep beraber Şenol’u çadırına bıraktık. Ancak gece böyle bitmemeliydi. İçimizden birinin önerisiyle Şenol’u korkutmaya karar verdik. Plan yapıldı. Malzeme olarak çarşaf, kemer, pazar sepeti artık ne bulunduysa alındı. Uzun boylu bir arkadaşımız sırtına başka bir arkadaşımızı aldı, üzerlerine çarşaf geçirildi, bel kısmına kemer takıldı, üstteki arkadaşın kafasına da pazar sepeti yerleşti.
Tüm hazırlıklar tamam, sıra uygulamaya geldi. Çadırın yakınına gidip çeşitli uluma sesleri ile korkutmaya çalışıyoruz. Alttaki arkadaşımızın görüş açısı ise pek yeterli değil. “Sağdaki taşa dikkat et, iplere takılma” gibi yönlendirmelerle yürümeye çalışıyor. Derken beklenen son gerçekleşti. Alttaki arkadaşımızın ayağı çadırın iplerine takıldı ve ikisi birden çadırın ön tarafındaki tentenin üzerine düştüler. Tente yıkıldı, çadırın içinden korku dolu çığlıklar yükseldi. Biz de anında koşar adımlarla çadırın yanından uzaklaştık.
Şenol’un bugün bile olayın faillerinin bizler olduğunu bildiğini sanmıyorum.
TEK BAŞINA KOKLANMAZ
1993 yılı Haziran ayında yine grup halinde bir tatil planımız var. İki araba dolusu arkadaş ile Kuşadası tatiline gideceğiz. Bayram tatili hafta ortasına denk geldiği için 9 gün kesintisiz bir tatil olacak. Sabah erken saatte araba sahipleri diğerlerini alacak ve trafik yoğunlaşmadan yola çıkılacak.
Sabah 06:30 civarında beni aldılar. Bayram trafiğine yakalanmamak için Eskihisar-Topçular arası feribot ile geçilecek. Ancak küçük bir sorun var. Feribot sırası E5’e kadar uzanmış, en az 2 saat beklememiz gerekiyor. Dolayısıyla uzun da olsa körfezi geçip karayolu ile gitmeye karar verdik. En azından trafik olmaz.
Yarım saat kadar yol aldıktan sonra trafik yoğunlaşmaya başladı. Geçici olduğunu tahmin ediyoruz ama pek öyle değil gibi, gittikçe artıyor. İleride yüzlerce araba neredeyse durmuş gibi ağır ağır hareket ediyor. Şerit sayısı da düşmüş durumda. Anladık ki bir kaza var. Umarız çok kötü bir kaza değildir.
Yaklaşık 40 dakika sonra kaza yerine ulaştık. Etrafta bir sürü polis arabası, askeri araçlar, askerler ve bir ambulans var. Bu kadar güvenlik olduğuna göre önemli bir kaza olmalı.
Kaza yerine yaklaştıkça havada yoğun bir anason kokusu duymaya başladık. Bu kadar güvenlik olmasının nedeni de ortaya çıktı. Tekel’e ait bir rakı kamyonu devrilmiş, ölen ya da yaralanan yok ancak yüzlerce şişe rakı yola saçılmış, çoğu kırılmış, koli koli rakı da yol kenarında duruyor. Doğal olarak yağmalama olmasın diye bir yandan polis, bir yandan tam techizatlı askerler kamyon çevresinde nöbette. Kamyonun yanından geçen araçlardaki insanlar ise kafalarını camdan çıkartıp derin derin nefes alarak en azından kokusundan faydalanıyorlar.
Kaza yerini geçtik, trafik açıldı. Tekrar tatil havasına girdik. Belki ileride devrilmiş kavun ve peynir kamyonları da vardır. Tek başına koklanmaz ki bu.