Askerlik(ORG)

PINK FLOYD KOMUTANIM!!!

1992 yılı bahar ayları. Hayatımdaki şanslı dönemlerden birini yaşıyorum. 8 ay kısa dönem askerlik yapıyorum ama Kasımpaşa’da. Bulunduğum yerde 8 ay kısa dönem askerlik yapan üniversite mezunlarına nöbet yazılmıyor. Sadece 8-10 günde bir “nöbetçi çavuşluğu” denen bir görev veriliyor. Nöbetçi çavuşu birkaç noktada nöbet tutan askerleri saati geldiğinde değiştirip yerine yeni nöbetçileri yerleştiriyor.

Nöbetçi çavuşu olduğum bir gece silah deposunun içinden bir müzik sesi geldiğini duydum. Sanki canlı müzik gibiydi. Aralık kapıdan baktığımda o geceki nöbetçi astsubayın org çaldığını gördüm. Nöbetçi astsubaylar bando-mızıka takımındaki yeni mezunlar arasından seçilirdi. Yaşları daha çok genç, benden ez az 5-6 yaş küçük. İçeri girdim muhabbete başladık. Ortak konu müzik olunca laf lafı açtı, benim de gitar çalıp şarkı söylediğimden bahsettim. Hemen “Bando odasında Muhittin Astsubayın gitarı var, onu alıp beraber çalalım” dedi. Bando odasına gittik, gitarı aldık ve silah deposuna geri döndük. Duvarlarda, raflarda yüzlerce tabanca, tüfek arasında hayatımda ilk kez duyduğum arabesk parçalara gitarda akor basarak eşlik etmeye çalışıyorum. Güncel pop parçalardan ortak bildiklerimiz de çıkıyor arada sırada.

Biz çalıp söylemeye devam ederken birden sert bir şekilde kapı açıldı. İçeri nöbetçi subayı girdi. Bando astsubayı da ben de donup kaldık. Çünkü nöbetçi subayı o bölgedeki en yetkili kişi, geleceğimiz iki dudağı arasında. Bir astsubay ve bir er silah deposunda çalıp söylüyor, hem de nöbet saatinde... Acaba evci iznim kesilir mi, ifadem alınır mı, ne cevap vereceğim? Diye düşünürken subayın ağzından şu kelimeler döküldü “Siz devam edin çocuklar, ben şurada oturup dinlerim”.

Bu arada benim kim olduğumu, eğitimimi, müzikle olan bağlantımı öğrenmeye çalışan sorulara maruz kalıyorum. Sohbet iyiye gidiyor. Anladım ki insan tarafı mesleğinin çok ötesinde. O da folk ve rock dinliyor. Deep Purple’dan girip Pink Floyd’dan çıkıyoruz. Beatles ile başlayıp Simon and Garfunkel ile devam ediyoruz.

Sonraki dönemlerde nöbetçi çavuşu olacağım günleri onun da nöbetçi olduğu günler ile çakıştırmaya çalıştım. Nöbet günlerim sohbet muhabbet ile geçti. Aramızda çok güzel bir arkadaşlık oluştu. Evine giren ilk asker oldum, eşi ile tanıştım, ailece görüştük.

Askerlik döneminden ayrı şehirlerde olduğumuz için çok sık olmasa bile hala görüştüğüm tek bir  arkadaşım var.

Ne diyeyim “Pink Floyd Komutanım!!!”

BEN BUNU YAPTIM!

Askerlik dönemimin son aylarında tesadüf eseri “askerlik öncesi” mesleğim ile ilgili bir iş teklifi aldım. Yani gitar çalıp şarkı söylemek. Kendi kendime “Ya sen askersin, ne demek öyle barlarda çalmak söylemek, otur oturduğun yerde” diyorum ama kimse dinlemiyor.

Bostancı civarında bir cafe-bar restoran. Turistik işletme belgesi var, çok nezih ve seçmece müşteri kabul ediyor. Sahipleri karı koca, beraber işletiyorlar. Bir Cuma akşamı görüşmeye gittim. Haftada 3 gün canlı müzik istiyorlar. Ama yapamam ki, ben askerim. Şu andaki durumumdan dolayı sadece Cumartesi geceleri program yapabileceğimi söyledim. Kabul ettiler, ertesi hafta başlamamı istediler.

Program çok güzel geçti, çalıp söylemeyi özlemişim. Bu şekilde her hafta devam ediyorum. Bizim bölükteki kısa dönem askerlik yapan arkadaşlar da olaydan haberdar oldu. Eşini, sevgilisini alan hafta sonu beni dinlemeye geliyor, her beraber eğleniyoruz.

Bir Pazartesi sabahı bölük komutanı yüzbaşı tarafından “acil olarak” çağırıldım. Belli ki kulağına gitmiş, detayını öğrenmek istiyor.

Yüzbaşı — Sen ne yapıyorsun öyle? Ne demek hafta sonu barlarda gitar çalmak. Sen askerliği ne sanıyorsun?

Ben — Yüzbaşım, çalıyorum söylüyorum ama biliyorsunuz er maaşları çok düşük. Hem çaldığım yer çok nezih bir mekan.

Yüzbaşı — Olmaz öyle şey, askerliğini yakarım.

Ben — Bu hafta sonu gelin, misafirim olun, yeri de görün.

Yüzbaşı — Tamam geliyorum.

Gerçekten de o hafta sonu bacanağını alıp çaldığım yere geldi. Tam karşımdaki masaya oturdular. Siparişlerini verdiler. Ben de çalıp söylemeye başladım. Ortam çok iyi. Bir süre çaldıktan sonra dinlenmek için ara verip masalarına gittim. Sohbet etmeye başladık.

Yüzbaşı — Ya sen neymişsin böyle? Hiç tahmin etmiyordum. Yer de güzelmiş.

Ben — Dedim ya yüzbaşım, öyle kötü bir yer olsa çalıp söyler miyim hiç?

10 dakika sohbet ettikten sonra programa devam etmek için ayrıldım. Saatler ilerledikçe insanlar çakır keyif olup şarkıları beraber söylemeye başladılar. “Benim masa” da katıldı tabii ki. Bir saat kadar sonra bir 10 dakika daha ara vermek üzere içeceğimi alıp masalarına gittim. Yine sohbete başladık. Bizimkiler neredeyse çakır keyif barajını aşmış sarhoşluğa doğru gidiyorlar. Bir ara kadehimi kaldırıp “Hadi komutan, oturmaya mı geldik, şerefe” dedim ve kadeh tokuşturduk. Düşünsenize, bir er bölük komutanına bu cümleyi söyleyerek kadeh tokuşturuyor. İşte ben bunu yaptım!

Gece kazasız bir şekilde bitti, yüzbaşı ve bacanağı beni tebrik ettiler ve mekandan ayrıldılar. Ben de eve dönmek üzere eşyalarımı toplayıp yola koyuldum.

Pazartesi sabahı yine yüzbaşı tarafından “acil olarak” çağırıldım. Bu kez içim rahat, kötü bir şey yok, hissediyorum.

Yüzbaşı — Gel bakalım, tebrikler. Gerçekten hiç tahmin etmediğim kadar iyiydin.

Ben — Rica ederim yüzbaşım, beğendiğinize sevindim.

Yüzbaşı — Bana bak, geçen gün olanları bir kişiden bile duyarsam yakarım!

Şöyle bir “baş selamı” verip odadan ayrıldım. Bir yerde çalıp söyleme konusu da bir daha hiç açılmadı.

BEN SENİ BİR YERDEN TANIYORUM

Yine bir askerlik anısı. Kasımpaşa’da askerliğim devam ediyor. Teknik Başkanlık denen bir bölümde görevim hiçbir şey yapmamak. Tek sorumluluğum orada olmak. Bölümün başında bir albay var. Hazırlanan yazıları kontrol edip imzalıyor ve gerekli yerlere görev dağılımı yapıyor. Ara sıra kendi rütbesindeki sınıf arkadaşları onu ziyarete geliyorlar.

Yine böyle bir ziyaret sırasında kapıdan giren bir albay yüzüme dikkatlice baktı.

Albay — Ben seni bir yerden tanıyorum.

Ben — Burada görmüşsünüzdür albayım.

Albay — Hayır başka yerden, neyse Mehmet albay içeride mi?

Ben — Evet albayım.

İçeri geçti, kapıyı kapattı ve sohbete başladılar. Yarım saat kadar sonra kapıyı açıp beni çağırdı.

Albay — Buldum, sen her yaz Bodrum’da gitar çalıp şarkı söylemiyor muydun?

Ben — Şeyyy, evet de nasıl tanıdınız beni?

Albay — Bodrum’a gittiğimizde haftada 3-4 kez seni dinlemeye gelirdik.

Bendeki şaşkınlık ifadesini anlatamam. Nasıl tanıdı beni? Ailesi ile her yaz askeri kampta 2 hafta geçirirmiş ve çalıp söylediğim otel çok yakın olduğu için devamlı gelirlermiş.

Albay — Senin evin nerede? İstanbul’da mı?

Ben — Evet albayım, Şişli’de.

Albay — Hafta sonları evci çıkıyor musun?

Ben — Evet albayım, çıkıyorum.

Albay — Şimdi hemen Orduevi komutanını arayayım, yakın arkadaşım zaten, hafta sonları orada çalıp söyle, evci iznini de hafta ortasına aldırırım.

Albay kendince bana iyilik yapma düşüncesinde. Ama benim için güzel bir şey değil ki bu. Zaten neredeyse haftanın 5 günü eve gidiyorum.

Ben — Yapmasak albayım, ben böyle iyiyim. Zaten hafta ortası da evci çıkıyorum.

Albay — Peki nasıl istersen, rahat edersin diye söylemiştim.

Ben — Sağolun albayım.

Dünya ne küçük değil mi? Bodrum’daki otelden, Kasımpaşa’ya uzanan bir tanıma hikayesi. Gitar çalıp şarkı söylemek neredeyse başıma iş açacaktı, kıl payı kurtuldum.

4 KOPYA BASKI

Askerliğimin son dönemleri, bitmesine bir aydan az bir süre kalmış. Haziran ayının ortaları sanıyorum. Hava sıcak fakat ortam daha da sıcak. Çünkü iki hafta sonra çok büyük bir denetleme var. Öyle askerler nasıl duruyor, nasıl selam veriyor, ortalık yeterince temiz mi cinsinden değil, idari bir denetleme. Yani tüm birimler geniş kapsamlı birer rapor hazırlayacaklar, silah depolarındaki tüm silahların dökümü yapılacak, yiyecek stokları belirlenecek gibi. Anlayacağınız yoğun bir çalışma var. Bölüğe yeni gelen askerler temizlik işinde görevlendirilmiş, aynı koridoru günde 3-4 kez silip cilalıyor, bölük yazıcıları sabahtan akşama daktilo başında rapor yazıyor. Ancak raporların üzerinde kesinlikle silinti, düzeltme, kazıma olmayacak. Tertemiz olmaları gerekiyor çünkü üst rütbeli subaylara sunulacak. Üstelik 4 kopya yazılması gerekiyor ve araya karbon kağıdı koyulması da yasak.

Yazıcı erler küçük bir hatadan dolayı aynı sayfayı defalarca yazmak zorunda kalıyorlar. Zaman hızla geçiyor ancak yetişecek gibi değil.

Bir Pazartesi günü öğleden önce bölük astsubayının odasında oturmuş beklerken içeri bölük komutanı yüzbaşı girdi. Raporların tekrar tekrar yazılması canını sıkmıştı sanki. O sırada aklıma geldi.

Ben — Yüzbaşım, böyle en ufak hatada tüm yazı baştan yazılıyor, evde bilgisayarım var. Verin raporları bilgisayarda yazayım, hata olursa yazdırmadan önce düzeltirim, bitince de  yazıcıdan bastırıp getiririm.

Yüzbaşı — Bilgisayarı buraya getirip yazsan olmaz mı?

Ben — Nasıl getireyim ki? Koca ekran, bilgisayarın kasası, klavye, mouse. Bir de bilgisayar masasını ve yazıcıyı taşımam lazım. Taksiye bile sığmaz.

Yüzbaşı — İyi de bu belgelerin hepsi “Çok Gizli” ibaresine sahip, buradan dışarı çıkamaz.

Ben — Yüzbaşım, zaten her gün gördüğümüz şeyler, bizim için gizli değil ki.

Yüzbaşı — Bir sayfayı yazmak ve yazıcıdan bastırmak ne kadar sürer?

Ben — Birkaç saat yüzbaşım.

Yüzbaşı — Tamam, al şu 4 sayfayı, eve git. Yarın sabah 4’er kopya bastırarak getir.

Ben — İmkanı yok yetişmez yüzbaşım. Hem de 4’er kopya bastırılacak. Cuma’ya ancak yetiştiririm.

Yüzbaşı — Perşembe gününe kadar bitir.

Ben — Anlaşıldı yüzbaşım, elimden geleni yapacağım.

Yarım saat kadar sonra evdeyim. Yazılacak 4 rapor bir saaten kısa bir süre içinde bitti. 4’er kopya yazıcıya gönderildi, baskı işi de tamam.

Perşembe günü raporları teslim etmek için yüzbaşının odasına gittim. Raporlar nokta vuruşlu yazıcıdan baskı alınmasına rağmen daktilo ile yazılanlardan çok daha profesyonel görünüyordu. Görev başarıyla tamamlanmıştı.

Sonraki hafta Çarşamba günü teslim edilmek üzere 4-5 yeni rapor alıp eve doğru yola çıktım. Ne de olsa 4’er kopya basılacak, uzun sürer...