Genel(ORG)

GÖZ MUAYENESİ

Seksenli yıllar, ehliyet alacağım… O zamanlar şimdiki gibi değil, öyle sürücü kursları, on-line dersler, manuel-otomatik vitesli araç kullanma seçeneği yok. Sıfırdan başlayıp adım adım ilerleniyor. İlk aşamalardan biri ise “Sağlık Muayenesi”.

İstanbul’da ehliyet için sağlık muayenesi yapılan birkaç Devlet Hastanesi var. Öyle her hastanenin sağlık raporu da kabul edilmiyor, illa ki Devlet Hastanesi olacak.

Sabahın köründe Haseki Hastanesi’nde oldum. O zamanlar Aksaray’dan Fındıkzade tarafına doğru giderken solda köşede yer alıyordu. Kayıt işlemleri bitti, muayene olunacak birimler öğrenildi ve sıra muayenelere geldi. Eski adıyla “asabiye”, kulak, dahiliye derken sıra göz muayenesine geldi ve bende bir panik başladı. Çünkü gözlerimde hafif bir bozukluk vardı. Bir gözüm uzağı, diğeri ise yakını daha iyi görüyordu. Dinlendirici olarak belli dönemlerde gözlük de kullanıyordum. Ancak gözlük kullananlar için ehliyet üzerinde “Gözlükle” ibaresi yer alıyordu. Ser’de gençlik var ya, bunu asla kabullenemezdim. Ya ehliyetimin üzerinde “Gözlükle” yazarsa? Yazmasın, ben her durumda gözlükle araç kullanırım. Sırada beklerken uzaktan harfleri her iki gözümle ayrı ayrı okumaya çalışıyorum ama nafile… Sağ göz tamam da sol gözümle alt sıradaki harfleri okuyamıyorum.

Sıra bana geldi… Göz doktoru kafasını önündeki kayıt defterinden kaldırmadan “Bir gözünü kapat, yukarıdan aşağı harfleri oku” dedi. SOL elimle SOL gözümü kapattım ve hiç zorlanmadan okudum. “Şimdi diğerini kapat ve oku!” komutu geldi. Ne mi yaptım? Bu kez SAĞ elimle SOL gözümü kapatıp aynı şekilde “zorlanmadan” harfleri okudum. Sonuç? Muayeneden sağlam raporu aldım ve sahip olduğumda ehliyetimin üzerinde “Gözlükle” ibaresi yer almadı.

ŞANSSIZ PLAKA

Galiba üniversitenin ilk yılı. Evimizin olduğu sokakta arabalar çift taraflı park ediyor. Her gün aynı sokakta yürüyünce mahalleye ya da sokağa ait arabalara aşina oluyoruz. Bazen de Osmanbey tekstil piyasasının arabaları bizim sokağa park ediyorlar. Kendi bölgelerinde park yeri bulmaları nerdeyse imkansız. İşte o arabalar hemen göze çarpıyor. Bizim sokağın sakinlerinden birine ait değil.

Ara sıra bizim sokağa park eden bembeyaz bir araba var. Her daim pırıl pırıl yıkanmış durumda. Plakası ise 34 BNE XX gibi bir şey. Haftada bir iki kez görüyorum. Sabah erkenden bırakılıyor, akşam iş saati sonrasında gidiyor.

Aklıma bir muzurluk geldi. Evdeki alet çantası içinden siyah elektrik izolebantını buldum. Yaklaşık 10 santimetrelik bir parça kestim. Aşağı inip beyaz arabanın arka plakasındaki harflerin başına “I” harfi oluşturacak şekilde yapıştırdım. Yani plaka 3 değil 4 harfli oldu. Yaparken bile gülmekten zor nefes alıyordum.

Ertesi gün beyaz araba tekrar geldi, plakasında bir değişiklik yoktu. Benim yaptığım gibi duruyordu yani. Tahmin ediyorum ki 3-4 gün kadar arkasından gelen arabaların sürücülerini güldürerek İstanbul caddelerinde gezdi. Her ne kadar tanımasam da, beyaz arabanın  sahibinden seneler önce yaptığım masum şaka nedeniyle özür dilerim.

DOĞUM GÜNÜ PASTASI

90’lı yılların başları. Etiler-Bebek yokuşu üzerinde bir yerde hafta sonları çalıp söylüyorum. 2 katlı bir yer. Alt kat cafe-bar, üst kat ise restoran olarak hizmet veriyor.

Yine bir Cumartesi akşamı program yapıyorum. 1 saat kadar çaldıktan sonra ara verdim. Garsonlardan biri yemek misafirlerinden birinin doğum günü olduğunu söyledi. Aşağıda büyükçe bir pasta hazırlanmış, üzeri şekerden yapılmış oyuncaklar, kağıt şemsiyeler, mumlar ve maytaplarla süslenmiş.

Pastanın yukarı kata çıkmasından hemen önce bana haber verilecek ve “Happy birthday to you” çalacağım. O arada pasta masaya gelecek ve kesecekler.

Programa devam ediyorum. Yarım saat kadar sonra iki şarkı arasında garson gelip pastanın hazır olduğunu, “Happy birthday to you” ile devam etmemi söyledi.

“Happy birthday toooo youuuu” diye başladım. Parça bitti gelen giden yok. Başa dönüp tekrar başladım. “Happy birthday toooo youuuu, Happy birthday toooo youuuu”. Parça ikinci kez bitti ama ortada yine pasta filan yok. Üçüncü tura başladım. Bu arada insanlar garip garip bana bakıyor. Doğum günü parçasını arka arkaya tekrar eden bir gitarist fakat ortada herhangi bir etkinlik yok. Üçüncü tur bitti dördüncüye başladım. Haber verilmiş, bırakmak olmaz ki…

Dördüncü “Happy birthday to you” şarkısının sonlarına doğru garson kahkahalar atarak, elinde anlatılan kadar süslü olmasa da bir pasta ile göründü. Pasta masaya gitti ve servis yapıldı.

Sonradan öğrendim ki ilk turda pasta yukarı çıkarken maytaplar kağıt şemsiyeleri tutuşturmuş, pasta alevler içinde geri gitmiş, söndürülmüş, yeniden süslenmiş ve tekrar yola çıkmış. Bu arada olaylardan habersiz gitarist “Happy birthday to you” şarkısını arka arkaya dört kez söylemiş. Bir haber verseydiniz keşke…

RAKI ŞİŞESİNDE BALIK OLSAM

“Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum
Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip musikiler alıyorum
Bir de rakı şişesinde balık olsam”

Orhan Veli Kanık

Herhalde 10-11 yaşlarındayım. Babamın çalıştığı sigorta şirketinin Tekirdağ yakınlarında bir kampı var. Şirket çalışanları her yaz 15’er günlük dönemler halinde tatil yapıyor. Haliyle biz de ailece her yaz gidiyoruz. Kamp dediysek öyle çok lüks bir yer değil. 3-4 kişilik odalar, topluca kullanılan bir yemekhane,  genellikle poker ve konken oynanan bir oyun salonu, geceleri o zamanın güncel müziklerinin çalındığı, kapısında “Taverna” yazan diskotek tarzı bir yer, market görünümünde fakat çok az ürünün bulunduğu, en fazla satışın da alkollü içecekler, özellikle Tekirdağ rakısının olduğu bir dükkan, dükkanın hemen girişinde de kamp sakinlerinin her zaman soğuk su içebilecekleri bir su sebili. Su sebili ama şimdikiler gibi değil. Buzdolabı görünümünde, ön tarafında çevirmeli muslukları olan, üst tarafındaki kapaktan da su doldurulan bir soğutucu.

Kampın 150 metre kadar yakınında bir dere var. Kış aylarında denizle birleşiyor, yaz aylarında ise denizle bağlantısı kesilip denize yakın kısımda bir gölet oluşturuyor. Dere içinde gezen küçük balıklar var. Kefal ya da sazan yavruları olsa gerek. Kamp çocukları olarak ara sıra dereye gidip tülbent kullanarak küçük balıkları yakalıyoruz, su dolu şişelerin içinde akvaryum görüntüsü vererek beslemeye çalışıyoruz.

Fikir tam olarak benden çıkmadı ancak arkadaşlarımdan biri yakalanan balıkları su sebiline atmayı önerdi. Durur muyuz? Öneri hemen uygulandı. Balıklar üst taraftaki kapaktan içeri atıldı. Biz göremesek de su sebilinin içinde 10’dan fazla balık yüzmeye başlamıştı.

O günün akşamında, yemekhanede alkol tüketiminin tavan yaptığı bir ortam. Kamp sakinleri yemek yiyor, sohbet ediyor, kadeh tokuşturuyor. Kafayı iyice bulmuşlar. Şarkı söyleyenler, fıkra anlatanlar, bağıranlar. Masadaki sürahi boşaldıkça sebile gidip dolduruyorlar.

İlerleyen saatlerde iyice sarhoş olmuş kamp sakinlerinden biri “Ya ben kalkıyorum artık, daha fazla içmeyeyim, sürahinin içinde yüzen balıklar görmeye başladım” diyerek odasına çekilmek üzere masayı terk etti. Rakı şişesinde balık olamadı, sürahide oldu...

PİRANHA SALDIRISI

1996 yılı. O zamanlar görüştüğüm bir arkadaşım var. Her türlü konuya ilgili. Bilgisayar programlamasından, elektronik devrelere, diyet kalori hesaplarından, tuzlu su akvaryumuna kadar bir sürü değişik uğraş.

İşyeri Beşiktaş’ın iç taraflarında bir apartman dairesi. Orada her türlü faaliyetini sürdürüyor. İşyerinin salon kısmında ise yaklaşık 2 metre boyunda, 80 cm. yüksekliğinde ve bir o kadar derinlikte bir akvaryum var. Akvaryumun üzeri sol tarafta yaklaşık 10 cm’lik bir boşluk kalacak şekilde cam ile kapalı. O boşluktan filtre ve havalandırma boruları geçiyor. Akvaryumun içinde ise tek başına gezinen yaklaşık 40 cm. boyunda bir piranha var. Piranhalar etobur ve otobur olarak 2 sınıfa ayırılıyor. Akvaryumdaki etobur. Öğrendiğim kadarıyla önce 4 adet almış. Hepsini hormonlu kıyma ile beslemiş. Daha çabuk gelişen piranhalar diğerlerini yediği için, akvaryumda kalan son piranha hormonlu kıyma ile beslenmeye devam edilerek devasa boyutlara ulaşmış.

İşyerini ziyaret ettiğim bir gün kendisini beklerken piranhayı seyretmeye başladım. Piranha akvaryum içinde bir ileri, bir geri giderken ben de göz temasını kaybetmeden, yakın takipte onunla beraber sağa, sola hareket etmeye başladım. 5-6 kez beraberce hareket ettikten sonra piranha nasıl bir tehdit algıladıysa sağ taraftan sol tarafa doğru şimşek hızıyla gidip akvaryumun üstündeki camın boşluğundan dışarı fırladı, omuzuma çarptı ve yere düştü. Arkadaşım koşup geldi. İlk söylediği şey “Sakın dokunma parmaklarını kopartabilir” oldu. Birkaç dakika içinde yerde çırpınan devasa piranha bir süpürge yardımıyla kovaya alındı ve akvaryuma tekrar bırakıldı. Kısa bir süre dipte yattıktan sonra tekrar turlamaya başladı.

Sonuç olarak, Beşiktaş’ın orta yerinde piranha saldırısına uğradım. Şanslıymışım, yara almadan kurtuldum...

AFGAN TAZISI

80’li yılların sonları... Şişli’deki evimizin birkaç sokak ötesinde yaşayan, 60’lı yaşların ortalarında bir kadın, Fatma abla.

Fatma ablanın çok değişik bir hobisi vardı. Neredeyse meslek haline gelmiş bir hobi. Köpekler ile ilgilenmek. Şimdilerde bir sektör konumuna gelmiş “köpek pansiyonu” kavramı o dönemlerde Fatma abla tarafından evde bakım hizmeti halinde icra ediliyordu. Özellikle bahar ve yaz dönemlerinde kendisine birkaç günlüğüne bırakılan köpekler, tüm ihtiyaçları karşılanarak bakılıyor ve sonrasında sahiplerine teslim ediliyordu. Bu ihtiyaç giderme operasyonlarında ara sıra benim de payıma düşen görevler oluyordu. Köpekleri gezdirmek gibi.

O hafta sonu gezdirilmesi gereken köpek bir Afgan Tazısı. Uysal, sakin bir hayvan ancak çok büyük ve güçlü. Neredeyse belime kadar gelen boyu var. Simsiyah uzun tüyleri, uzun burnu ile asil bir hayvan.

Şişli’nin arka sokalarından aldığım köpeği gezdirmeye başladım. Aslında, ben mi onu gezdiriyorum, o mu beni belli değil. O kadar güçlü ki. Hele bir de koşmaya kalkarsak yetişemiyorum. Adı üstünde tazı işte. Hangi akla hizmetse Cumartesi günü öğle saatlerinde Osmanbey tarafından Rumeli Caddesi’ne girdik. Tazı önde ben arkada Nişantaşı yönüne doğru gidiyoruz. Karşımızda yoğun bir insan trafiği var ancak biz yürüdükçe fermuar gibi kenarlara açılıp yol veriyorlar.

Bahar aylarında Rumeli Caddesi üzerinde, dükkan önlerinde oturup tülbent içinde lavanta satan kadınlar olurdu. İşte tam böyle bir satıcının önünden geçerken bizim sevimli tazı kadına yaklaşıp büyük bir sevgi ile kadının yüzünü yaladı. Düşünsenize, çömelmiş oturuyorsunuz, boyu sizden daha büyük olan bir köpek gelip sizi yalıyor. Beklenen son, kadın bir çığlık atıp kendinden geçti, belki de bayıldı. Hemen arkadaki dükkandan birileri çıktı, kadına kolonya koklatıp kendine getirmeye çalıştılar, su verdiler. O sırada etrafıma baktığımda 10 civarı koyu tenli adam gördüm. Galiba kadının yakınlarıydı. Ne kadar da çabuk toplandılar. Belli ki cezamı kesecekler ama köpekten çekiniyorlar. Ben defalarca özür dileyerek yavaşça oradan uzaklaşmaya başladım. Hızlı adımlarla Şişli’nin arka sokaklarına ilerleyip köpeği yerine teslim ettim ve derin bir nefes aldım.

Bir Cumartesi günü tıklım tıklım dolu Rumeli Caddesi’nde Afgan Tazısı ile ne işin var? Olacağı buydu işte...

DİŞÇİ

Diş hekimlerinin en sevmediği kavramlardan biridir kendilerine “dişçi” diye hitap edilmesi. Ama o şekilde alışılmış, öyle gidiyor. Düşünün, göz doktoruna “gözcü”, ortopediste “kemikçi”, kulak, burun, boğaz uzmanına da  “kulakçı” demek gibi. Hikayede mecburen “dişçi” olarak kullanacağım.

Yaşım 6 civarında yanlış hatırlamıyorsam. Sağ alt çenemdeki dişlerimden birinde bir sorun var. Ağrıyor mu, dondurma yerken sızlıyor mu neyse artık. Babam elimden tutup Taksim civarında muayenehanesi olan dişçi bir arkadaşına götürdü. Galiba Talimhane denen bölgede. Korkmuştum, hem de çok. Acaba bana ne yapacaklar, canım yanacak mı?

Koltuğa oturtuldum. Dişçi eline çeşitli aletler alıp dişlerime bakıyor. Her aleti ilk kez gördüğüm ve bana çok  yabancı olduğu için korkudan titriyorum. En basit bir ayna bile bana işkence aleti gibi geliyor. Derken hayatta duymak istemeyeceğim cümle geldi. “Bu dişin çekilmesi lazım, nasıl olsa iki, üç sene içinde yenisi gelecek”. Dondum, kaldım. Galiba kaçınılmaz son yaklaşıyor.

Adam arkasını döndü, bir şeyler hazırladı ve yüzünü bana çevirdi. Elinde kocaman bir enjektör ve ucunda kocaman bir iğne. Şimdiki gibi tek kullanımlık olanlardan değil. Kaynatılarak dezenfekte edilen cam enjektörlerden. Diş etime iğne yapılacak, orası uyuşacak ve ben hiç bir şey hissetmeyeceğim. Gel de bunu altı yaşındaki bir çocuğa anlat. Ağzım kenetlendi, açmıyorum, o iğneyi asla yaptırmam. Türlü dil dökmeler, ikna çalışmaları ama sonuç yok. Ağzımı açmıyorum.

Sonunda iğne yerine uyuşturucu bir krem sürerek operasyonu tamamlamaya karar verdiler. Dişçi parmağının ucuna biraz krem alıp diş etimin her iki tarafına da sürmeye başladı. Kısa bir süre sonra uyuşacakmış.

Aradan 10 dakika kadar zaman geçti. Bu kez dişçi elinde kerpeten ile geldi. Onunla dişimi tutup yerinden sökecek. Korkumu anlatamam. Son kontrol için parmağını ağzıma soktuğunda aklımdan geçen cümle şuydu “Ya şimdi yaparsın ya da asla”. Olanca gücümle adamın parmağını ısırdım. Öyle anlık değil, ısırmaya devam ediyorum. Adam can havliyle elini çekti ama parmağının ucuna asılı bir de çocuk vardı. Koltuktan yukarı doğru yükselmiştim. Isırmayı bıraktığım anda dişçi bana çok sıkı bir tokat patlattı. Üç kişi beni zorla tutup ağzımı açtılar ve dişim beni terketti.

O olaydan sonra seneler boyu değil gitmek, dişçinin kapısından bile geçmeye korkar oldum. Ta ki çocuklara onların dilinden anlayan, sevecen, sabırlı ve yapılan işlemi çocukların anlayabileceği şekilde anlatarak yaklaşan bir “Diş Hekimi” ile karşılaşıncaya kadar.

ŞİŞLİ’DE CAN PAZARI

Tam olarak hatırlamıyorum ama galiba 1998 yılıydı. Şişli’de yaşıyorum. Yaklaşık bir haftadır sokağımızda yoğun bir çalışma var. Yoldaki asfalt kaplama sökülüyor, yeniden yapılacak. Kepçeler kazıyor, kamyonlar gelip gidiyor. Ortalık toz duman içinde.

Yoldaki eski asfaltı kazıyan kepçe sanıyorum ki operatörün bir anlık dikkatsizliği sonucunda tüm sokağı besleyen ana su borusunu patlattı. Öyle böyle değil, yukarı doğru neredeyse apartman boyunda su fışkırıyor. Ama asıl sorun aynı basınçlı suyun kanalizasyon giderine de ters yönde giriş yapması. Kazanın olduğu yere yakın birkaç binanın bodrum katını su bastı. Temiz su da değil, tuvaletlerden evin tavanına doğru basınçlı bir şekilde fışkıran pis su.

Patlayan borunun tam karşısındaki apartmanın bodrum katında şahsen tanımadığım bir aile yaşıyordu. Daha taşınalı bir yıl bile olmamıştı. Anne, baba ve iki yaşlarında bir çocuk. Dışarıdan baktığımızda evin içindeki suyun hızla yükseldiğini gördük. Neredeyse bellerine kadar gelmişti, yükselmeye de devam ediyordu. Kapıdan çıkmalarına imkan yok, tek çıkış yolu yol hizasındaki pencere. Ancak orada da sabit bir parmaklık var. Su gittikçe yükseliyor, göğüs hizalarına kadar gelmiş durumda. Bir şeyler yapmak lazım yoksa bir aile Şişli’nin göbeğinde boğularak can verecek.

Komşulardan bazıları, büyük çekiç ve balyoz cinsi kırıcı aletler getirdiler. Hep birlikte pencere önündeki parmaklıkları kırmaya çalışıyoruz. Zaman daralıyor, su yükseliyor. 10 dakikalık bir çabadan sonra parmaklıkları sökmeyi başardık. Ben hemen iki yaşındaki çocuğu babasının elinden aldım. Anne ve baba ise kollarından yukarı doğru çekilerek kurtarıldı. Ev ise artık kullanılamaz durumda.

Ne gariptir ki mahalle halkının çabaları sayesinde bir aile Şişli’nin göbeğinde boğularak hayatını kaybedecekken son anda kurtarıldı. Öyle okyanusta, denizde, derede değil, Şişli’de...

SANDAL SEFASI

Çocukluğumda yaz tatillerimin bir hafta kadarı Caddebostan’da geçti. Yaşım 13 civarında sanıyorum. O zamanlar Caddebostan bir “sayfiye” bölgesi. İnsanlar yaz dönemlerinde Caddebostan, Suadiye, Dragos gibi yerlerdeki yazlık evlerine gidiyorlar.

Caddebostan’da sahilde yan yana iki plaj var. Bazı günler yürüyerek oraya gidip “duhuliye” ücretini ödeyip denize giriyoruz. Şu anda büyük bir marketin bulunduğu yerde ise Caddebostan Maksim gazinosu var. O dönemin bütün ünlü şarkıcıları sahne alıyor. Hafta ortası bir gün erken saatte “Kadınlar Matinesi” var.

Gazinonun hemen yanında ise saatlik sandal kiralayan birisi var. Kaç saat kiralayacaksanız ödemeyi yapıp sandalı alıyorsunuz, biraz açığa gidip daha temiz bir yerde denize girip güneşleniyorsunuz, saat dolunca da sandalı geri getirip, teslim ediyorsunuz. İşte hikaye bu sandal kiralayan yer ile ilgili.

Caddebostan’da senede ancak bir iki hafta görüşebildiğim, benimle aynı yaşta bir arkadaşım var. Adı Mehmet. Çok iyi anlaşıyoruz. Bazen beraber plaja gidip denize giriyoruz. Yine sıcak bir yaz günü denize gitmeye karar verdik. Plaja doğru yöneldik.

Mehmet — Ya gel bugün sandal kiralayalım, açığa gidip orada denize gireriz.

Ben — İyi de bende çok para yok, sende ne kadar var?

Mehmet — Bende de biraz var, birleştirip sayalım.

Paralarımızı birleştirdik ve saydık. Ancak 1 saat kadar sandal kiralayabiliyoruz. Sonrasında geri getirmemiz gerekiyor.

Ödemeyi yapıp sandalı bir saatliğine aldık. Ancak ikimizin de cebinde hiç para kalmadı. Açığa doğru kürek çekip ileride büyük teknelerin bağlandığı dubanın yanına geldik. Sandalı dubaya bağlayıp deniz sefasına başladık. Dakikalar geçiyor, bir saat dolunca geri gitmemiz gerekiyor. Ancak saatimiz yok. Yan taraftan geçen bir sandaldaki amcaya saati sorduk. Sandalı alalı neredeyse 3 saat olmuş. İkimizi de bir düşünce aldı. Sandalı geri götürünce ödeyecek paramız yok. Adam kızacak, belki de bizi dövecek. O yaşlarda insan düşünemiyor ki.

Mehmet — Suadiye’ye doğru kürek çekip gidelim. Orada bir iskele buluruz, sandalı bağlayıp yürüyerek döneriz.

Ben — Ya olmaz ki, sandalı geri vermemiz lazım.

Mehmet — Ya adam bizi döverse?

Sonuçta Suadiye tarafına doğru gitmeye karar verdik. Bir küreğe Mehmet geçti, diğerine ben. Çocuk halimizle kürek çekerek uzun bir mesafe gittik, bir iskele bulduk, sandalı bağladık ve yürüyerek eve döndük.

Eve dönünce babaannem kızarak nerede kaldığımı sordu. Ben de saf saf tüm olanları anlattım. Tabii ki evde bir çıngar koptu. Nasıl böyle bir şey yaparmışım? Sandalı götürüp parayı sonra verebilirmişim, adamın sandalını çalmış gibi olmuşum. Tamam da, 13 yaşındaki bir çocuk bu kadar detayı nasıl düşünsün? Aklındaki tek kavram sandalcıdan yiyeceği dayak.

Aynı sitede oturan ve sandal kiralayan adamı tanıyan gençler gidip durumu düzelttiler. Öğrendim ki sandal tarif ettiğimiz yerden motor ile alınıp geri getirilmiş.

Ertesi sabah apar topar Şişli’ye, eve geri gönderildim. O yaz bir daha Caddebostan’a gidemedim.

ADI ÇIKMIŞ DOKUZA...

1977 yılıydı yanılmıyorsam. Yaz dönemi, Tekirdağ’da kamptayız. O dönemlerde tam “düz duvara tırmanan” bir çocuk olduğum için adım her yaramazlık içeren olayın içinde yer alıyor,  Öyle tanınmışım.

Bir sabah ailece hep beraber kalktık, kahvaltı için yemekhanenin yolunu tuttuk. Herkes tepsisini aldı ve kahvaltılık malzemeler ile doldurdu. Masaya geçtik ve kahvaltıya başladık. Ailece çok güzel sohbet ediyoruz, hatta kahvaltı sonrası keyif çaylarımızı bile yudumlamaya başlamıştık.

Derken babamın iş arkadaşlarından biri sinirli bir şekilde masamıza geldi. Babama söylenmeye başladı. “Senin oğlanı biraz önce benim arabayı çizerken görmüşler”. Babam çayından bir yudum daha alarak “Sabah kalktık, hep beraber buraya geldik, bizimki yanımdan ayrılmadı bile, kim görmüş arabayı çizerken?”. Babamın iş arkadaşı bu cevap karşısında biraz durakladı ve “Bilmem ki bana öyle söylediler” dedi ve özür dileyip uzaklaştı. Yine yapmadığım bir şeyin sorumlusu olmaktan kıl payı kurtulmuştum. Ya kahvaltı sonrası hemen masadan ayrılmış olsaydım? Anlat anlatabilirsen.

Galiba “Adı çıkmış dokuza, inmez sekize” atasözü gerçekten doğruymuş.

BÜYÜKLERİNİZE SAYGILI DAVRANIN!

Oldum olası yaşımı pek göstermem. Olduğundan daha genç göstermenin avantajlı olduğu kadar dezavantajlı yönleri de vardır. Bazen kolaylık sağlarken, bazen işleri zorlaştırır.

Hesaplarımın olduğu banka şubesindeyim. Yapmak istediğim şey çok basit. Bankadaki hesaplarımdan biri ATM kartımda görünüyor, ancak internet üzerinden göremiyorum ve onun kullanıma açılmasını istiyorum. Yapılması gereken şey ise banka görevlisinin önündeki ekranda bir kutucuğa işaret koyması, hepsi bu.

Sıra numarası alıp beklemeye başladım. Çok yavaş ilerliyor, önümde en az 10 kişi var. Ara sıra bankanın “hatırı sayılır” müşterileri gelip öncelikli sıra numarasıyla önümüze geçiyor. Neredeyse yarım saattir sıra bekliyorum. Çalışan bir hanım diğerlerine göre biraz yavaş. Diğer memurlar iki kişinin işini bitirirken bu hanım daha birinciyi bitirmemiş oluyor.

En az kırk dakika bekledikten sonra sıra bana geldi. Ne yazık ki ağır çalışan hanıma derdimi anlatmam gerekiyor. Durumu ilettim, hesabın internet şubesinde görünmediğini belirttim. Daha önce defalarca şubeye gittiğim ve tanındığım halde kimlik doğrulama için kimlik kartım talep edildi. Kimlik doğrulama da tamam.

Ben — Bakın, şu hesabım internet şubesinde görünmüyor, zaten kırk dakikadır bekliyorum. Şunu hemen yapar mısınız?

Hanım — Tamam, yapıyorum. Oldu, hallettim cep telefonunda mobil uygulamadan kontrol edebilirsiniz.

Ben — Güvenlik açısından mobil uygulama kullanmıyorum, eğer yaptıysanız dönünce bilgisayar ile bağlanıp bakacağım.

Hanım — Hiç merak etmeyin, şu anda görünmesi lazım.

Teşekkür edip bankadan çıktım, arabaya binip eve döndüm. İlk yaptığım şey banka hesabının internette görünüp görünmediğine bakmak. Olamaz! Hesap görünmüyor. Boşu boşuna o kadar bekledikten sonra yine bankaya gitmek zorundayım.

Bankaya tekrar gittim, sıra numarası aldım ve biraz gergin bir şekilde beklemeye başladım. Bu kez yirmi dakika kadar bekledim ve yine aynı hanımın karşısına geçtim.

Ben — Yaptığınızı söylediniz ama hiç bir değişiklik yok, alt tarafı bir kutucuğa işaret koyulacak.

Hanım — Ne olacak ki, hata yapmışım, olmamış.

Ben — Hanımefendi, siz hata yaptınız diye ben bir sürü zaman harcayıp iki kez arabayla buraya kadar gelmek zorunda kaldım. Biraz dikkatli çalışsanız nasıl olur?

Hanım — Bakın beyefendi, ben kırkbir yaşındayım, lütfen büyüklerinizle saygılı konuşun.

Ben — (kendimden emin bir şekilde) Önünüzdeki ekranda benim doğum tarihimi görüyorsunuzdur, lütfen bakıp benim yaşımı hesaplar mısınız?

Hanım — Beyefendi, saygılı olun lütfen.

Birden görevli hanımın yüzü değişti. Yaşı benden küçükmüş.

Ben — Hanımefendi, kırkbir yaşında benden yaşlı gösteriyor olabilirsiniz, ama öncelikle siz büyüklerinizle saygılı konuşun.

İşlemi tekrar yaptığını söyledi ve kontrol etmemi istedi. Bankadan ayrılıp tekrar eve döndüm. İnternet şubesinden hesabın görünüp görünmediğini kontrol ettim. Hesap yine görünmüyor!

Şansımı telefon ile müşteri hizmetleri üzerinden denemeye karar verdim. Her ne kadar bu tip işlemler şubeden yapılıyorsa da durumu anlatınca karşımdaki kişi hesabı aktif hale getirdi. Anında internet şubesi üzerinden baktım ve hesaba ulaşabildiğimi gördüm. Teşekkür edip telefonu kapattım.

Neymiş, insan büyükleri ile saygılı konuşmalıymış...

PENCERE ÖNÜNDEKİ KUMRU

Şişli’deki evimin ön tarafı güneye bakardı. Sabah erken saatlerden akşama kadar güneş alırdı. Tam pencere önünde ise uzun saksıların eninin tam oturduğu bir boşluk ve dış tarafında parmaklık vardı. Doğal olarak gün boyu güneş aldığı için bu boşluğu yıllar boyu çeşitli tarım faaliyetleri ile değerlendirdim. Cherry domates, tatlı sivri biber, marul yapraklı fesleğen benim gözde bitkilerimdi. Bir ara Şişli Organik Pazar’dan aldığım cherry domateslerin çekirdeklerini kurutup sonrasında ekerek 8-10 adet ürün aldığım bile oldu.

Pencere önündeki saksılar kuşların, özellikle kumruların da ilgisini çekiyordu. Orayı diğer yerlere göre daha rahat veya güvenli buluyorlardı herhalde.

Bir akşamüstü saksılardan birinde bir kumrunun oturduğunu gördüm. Pencere kenarına gelince beni fark etti ve uçup gitti. Yarım saat sonra baktığımda yine oradaydı. Beni görünce uzaklaştı ancak tekrar geldi. Galiba bir yuva hazırlığı içindeydi ama ortalıkta taşıyıp getirdiği dal parçası, yaprak gibi malzemeler yoktu.

Akşam saatlerinde yağmur başladı. Kumru ise hala aynı yerde oturuyordu. Pencereyi açtım, ancak bu kez kaçmadı. Korkarak yüzüme baktı ve biraz hareket etti. O anda kumrunun altında bir yumurta gördüm. Galiba yuva yapacak zamanı yoktu ve yumurtası için en güvenli yer olarak benim saksıyı seçmişti. Yoğun yağmur altında kıpırdamadan oturmaya devam ediyordu. Evime ortak olmasını tercih etmediğim misafir iyice yerleşmişti.

Bu noktadan sonra görevim misafiri kabullenip konforlu bir ortam hazırlamak oldu. Bir poşeti kesip tam kumrunun üzerine pencere ve parmaklık arasına gererek branda şeklinde yerleştirdim. Artık üzerine yağmur gelmiyordu. Kumrunun önüne biraz ekmek kırıntısı ve muhabbet kuşumun yemlerinden koyup uzaklaştım.

Ertesi sabah baktığımda kumru yoktu ancak yumurta yerinde duruyordu. Evden çıkıp işe gittim. Döndüğümde kumru yine yumurtanın üzerinde oturuyordu. Önüne yine biraz ekmek kırıntısı ve yem koydum. Yaptığım branda tarzındaki düzenek kumruyu ve yumurtasını hem yağmurdan, hem de güneşten koruyordu. Bu şekilde iki gün geçti. Sabahları kumru ayrılmış oluyordu, akşamları ise yumurtanın üzerinde.

Bir akşam döndüğümde saksıda ne kumru vardı ne de yumurta. Anladım ki kumrunun orada olmadığı bir anda yumurta kargalara yem olmuş. Üzüldüm, ama ne yazık ki doğanın kanunu bu şekilde işliyor.

Kumru bir daha gelmedi. Ama benimle beraber olduğu süre içinde kendisini  elimden geldiğince konforlu bir şekilde ağırladığıma inanıyorum.

DENİZDEN GELEN OLTA TAKIMI

Kendimi bildim bileli balık tutmaya meraklıyım. Benim için her zaman kafamı kurcalayan sorunları bir süreliğine unutup huzur bulma aktivitesi olmuştur. Balık tutmak önemli değil, insan yeter ki o ortamda bulunsun. Artık eskisi gibi olmasa da özellikle lüfer ailesinin İstanbul Boğazı’ndan geçmeye başladığı Ekim-Kasım aylarında yapılan yemli gece avları benim için en güzel ortamlardan biri.

Yine bir Kasım akşamı, hava buz gibi, kararmak üzere ve ben olta takımlarım, termosta kahvem, bir iki atıştırmalık ve katlanır sandalyem ile Kalender Orduevi karşısında balıktayım. Etrafta tek tük balık yakalayan olmuş, o gece balık yapacak gibi görünüyor. Takımları hazırladım, önceden yemlik olarak kesip hazırladığım istavritlerden birini taktım ve oltayı denize salladım. Yarım saat kadar sonra lüfere yakın bir sarıkanat ile siftah yaptım. Gece uzun, böyle giderse iyi bir av olacak gibi.

Bilenler bilir, İstanbul Boğazı dipleri aslında amatör balıkçıların korkulu rüyası gibidir. Her av sırasında en az 2-3 takım takılır ve kopar gider. Bu yüzden her zaman yanımda fazlasıyla yedek takım bulundururum. Ben de ilk takıma elveda dedikten sonra yeni takım ile ava devam etmeye başladım. Oltaya balık vurduğunda eğer zamanında hareket edilmezse yem parçalanır ve balıklar için cezbedici olmaz. O yüzden ara sıra oltayı çekip yemi tazelemek gerekir. Yine yem tazeleme için oltayı çektiğimde boğaz diplerinde yatan binlerce kopmuş olta takımlarından biri benim oltaya takılarak geldi. Halk arasında “Denizde bulunan şey bulanındır” diye bir söz vardır. Tabii ki sahipsiz bir tekne için geçerli değil bu, ancak maddi değeri yüksek olmayan eşyalar için belki. Ben de biraz önce dipte bıraktığım takım yerine bir takım çektiğim için sevindim. Tam o sırada komşu avcılardan genç biri yanıma geldi.

Genç — O benim oltam ver onu.

Ben — Nasıl yani? Ben onu denizden çektim. Hem senin olduğu ne malum? Hepsi birbirine benzer.

Genç — Vereceksin işte, o benim. Biraz önce oltam koptu, denizde kaldı.

Akşam akşam iş aldık başımıza. Normalde balıkçılar birbirlerine destek olurlar, eksik takımınız, yemlik balığınız yoksa verirler, yiyecek ve içeceklerini paylaşırlar. Benim de komşu avcılara yedek takımlarımdan verdiğim çok olmuştur. Ancak bu tip bir davranış ile ilk kez karşılaşıyordum.

Ben — Senin olduğuna eminsin yani.

Genç — Evet eminim, o olta benim.

Denizden çektiğim olta takımını aldım, hemen bir metre ileriye tekrar denize attım.

Ben — Oltan orada, ben aldığım yere geri bıraktım. Git oradan al ve kullan.

Genç adam şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Eğer insan gibi yedek takımı olmadığını söyleseydi seve seve ona hediye ederdim. Ancak bu davranışı hoşuma gitmedi. Umarım ona iyi bir ders olmuştur.

Biraz önce dışarıdan söylediği karışık pideden iki dilim ikram eden komşu balıkçıya bir bardak sıcak kahve vererek teşekkür ettim. Balıkçı oltasının başında olmalı. Haydi rastgele...

KORKUTMAYAN KORKU TÜNELİ

Yanlış hatırlamıyorsam yaşım 13 civarında. Yine Caddebostan’da babaannemin yanında kalıyorum. Her yaz gittiğim için orada da bir arkadaş grubum oluşmuş durumda. Her ne kadar senede en fazla 10 gün kadar beraber olabilsek de, her yaz kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bağdat Caddesi’nin üzerinde, Göztepe’de bir park vardır. O zamanlarda bu parkın olduğu yerde bir lunapark vardı. Lunapark derken, öyle çok büyük değil, bir dönme dolap, çarpışan arabalar, şans oyunları, küçük çocukların bindiği bir atlı karınca ve bir de korku tüneli.

Bir gün arkadaş grubu olarak lunaparka gitmeye karar verdik. Caddebostan’dan Göztepe’ye yürüdük ve içeri girdik. Paramızın yettiğince çarpışan arabalara bindik ve sıra korku tüneline geldi.

Korku tüneli raylı sistemle araba üzerinde gezilen bir yer değildi. Bir kapısından girip  yürüyerek diğer kapısından çıkılıyordu. Toplam yürüme süresi ise en fazla 5 dakikaydı. Tünelin dışında oturan ve bilet satan görevli de içeri birileri girdikten sonra duvardan sarkan bir ipi çekip bırakıyordu.

Biletlerimizi aldık ve dört arkadaş korku tünelinin giriş kapısından içeri girdik. İçeride neler ile karşılaşacağımız ise meçhul. İçerisi oldukça karanlıktı, birkaç metrede bir çok düşük güçte lambalar ile aydınlatma yapılıyordu. O aydınlatma ise acemice yapılmış ve duvarlara asılmış iskeletleri ve garip yaratıkları görmemizi sağlıyordu. Duvarlara asılmış birkaç maske de vardı. Yol üzerinde bir bölgede ise yere sünger döşenmişti. Sanki bataklığa girmişiz hissi vermek için. Yürümeye devam ettik. Köşeyi dönünce karşımıza hareketli bir goril çıktı. Gorile bağlı olan bir ip duvardaki delikten dışarı çıkıyordu. Kapıdaki görevli de içeri girenlerin oraya kadar gitme süresini hesaplayıp gorili oynatarak korkutmaya çalışıyordu. Neredeyse korku tüneli değil, komedi tüneli. Korkmak için girdik ama gülüp duruyoruz.

Derken tünelin sonuna geldik. Korkmak için girdik ama korkmamıştık ki. Ani bir kararla geri dönüp ters yönde, girişe doğru yürümeye başladık. Belki bu kez korkarız. Hem o kadar para verdik, içeride biraz daha süre geçirmek lazım.

Girişe gelince dönüp tekrar çıkışa doğru yürümeye başladık. Gorilin yanına geldik ama bu kez goril hareket etmiyordu. Bir kenara oturup karanlıkta sohbet etmeye başladık.

Aradan 15 dakika kadar geçti. Birden tünelin çıkış kapısından bir ışık bize doğru gelmeye başladı. İşte tünelin sonundaki ışık, korkacağız galiba. Işık yaklaştıkça “Çocuklar, neredesiniz? Bir şey mi oldu?” diye korku dolu ve endişeli bir ses duymaya başladık. Ve tam karşımızda elinde fenerle bize bakan görevli.

İçeri girdikten sonra yaklaşık 5 dakika içinde çıkmamız lazım ama yarım saattir bizden haber yok. Görevli de merak etmiş, eline feneri almış, çıkış kapısından girmiş bizi arıyor. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadık ki. Oturmuş konuşuyorduk. Biz önde, görevli arkada çıkışa yöneldik ve tünelden “çıkartıldık”.

Korkmak için girdiğimiz tünelde korkmadık, güldük. Ancak gerçekten korkan biri vardı. İçeri girdikten sonra sırra kadem basan dört çocuktan haber alamayan ve panik halinde onları aramaya çalışan lunapark görevlisi.

YETKİLİ SERVİS

1998 yılı sonlarıydı. Bir sabah iş yerime geldiğimde yaklaşık 2 yıl önce aldığım buzdolabının göstergesinde kırmızı bir hata ışığı yandığını gördüm. Derin dondurucu kısmı düzgün çalışıyor, ancak soğutucu bölmesi neredeyse dışarıyla aynı sıcaklıkta, yani soğutmuyor. Hemen faturasını bulup alış tarihine baktım. Yaşasın! Garantisinin bitmesine daha 10 gün kadar var. Şansıma birkaç sokak ileride yetkili servisleri var. Hemen arayıp bir servis açtırdım. Ertesi güne randevu verdiler. Bu arada zamanı da dikkatli kullanmak gerek. Ne de olsa garantisinin bitmesine çok az bir süre kalmış.

Ertesi gün yetkili servis elemanları geldi. Yapılan inceleme sonrasında buzdolabının termostatının arızalı olduğunu söylediler.

Ben — Ne zaman hallederiz?

Servis elemanı — Abi, şu anda elimizde yok, sipariş verip getireceğiz.

Ben —  İyi de, kaç günde gelir? O zamana kadar buzdolabı olmadan ne yapacağım?

Servis elemanı — En kısa zamanda hallederiz abi.

Aradan 3 gün geçti, gelen giden yok. Servisi aradığımda ertesi gün geleceklerini söylediler.

Ertesi gün servis elemanı elinde yeni bir termostat ile geldi. Buzdolabının üst kapağını söktü. Bozuk termostatı çıkarttı. Ancak yeni termostatı takarken kırdı. Bir sürü özür faslından sonra buzdolabını eski haline getirip çıkmak üzere kapıya yöneldi.

Ben — Eee? Şimdi ne olacak? Yine 4 gün bekleyecek miyim?

Servis elemanı — Hayır abi, 2 gün sonra geliyorum.

Gerçekten 2 gün sonra elinde yeni bir termostat ile geldi. Buzdolabının üst kapağını söktü. Bozuk termostatı çıkarttı. Ancak yeni termostatı takarken “yine” kırdı. Ben de iyice gerildim tabii ki bu durumda. Yine bir sürü özür faslından sonra ertesi gün geleceğini söyleyip çıktı. Bu arada buzdolabı kullanılamaz halde, eskiden kullanılan tel dolaplar gibi sadece yiyecek ve içeceklerin dışarıyla ilişkisini kesiyor.

Ertesi gün servis elemanı elinde başka bir buzdolabından sökülmüş çizik içinde bir üst kapak ile geldi. Doğrudan üst kapakları değiştirecekmiş. Doğal olarak kabul etmedim çünkü getirdiği üst kapak göründüğü kadarıyla yıllarca kullanılmış, çok kötü durumda. Servis elemanı getirdiği eski kapak üzerindeki termostatı söktü ve bu kez “kırmadan” benim buzdolabına taktı. Ancak bu kez de üst kapağı yerine yerleştirirken göstergelerin üzerindeki şeffaf koruma kapağını kırdı.

Servis elemanını apar topar gönderdim ve doğrudan bilgisayar başına geçtim. O dönemlerde internet bu kadar yaygın değil, iletişim aracı olarak daha çok faks kullanılıyor. Firmanın faks numarasına olayın tüm detayını anlatan bir yazı gönderdim. Yedek parça temininin çok uzun zaman almasından, servis elemanlarının yeterince eğitilmediğine kadar her konuda yazdım. Yazımın sonuna ise bana ulaşabilecekleri telefon numaramı da ekledim.

Hemen ertesi gün fabrikadan arandım. Arayan kişi tüm yetkili servislerin bağlı olduğu üst düzey yöneticilerden biri.

Yönetici — Ben sizin sorununuzu acil olarak çözeceğim, size yeni bir buzdolabı göndereceğim, ancak sakın başka faks göndermeyin.

Artık gönderdiğim faks kimin eline geçtiyse ortalık karışmış.

Ben — Teşekkür ederim. Yaşanan tüm olaylar aynen anlattığım gibi.

Ertesi sabah bulunduğum yerdeki değil, başka semtteki bir servisten aradılar. Yeni bir buzdolabı getireceklerini söyleyip adresimi aldılar. Öğleden sonra da benimkinden daha üst model, daha büyük bir buzdolabı getirip yerine yerleştirdiler. Eskisini de parçalarcasına söküp alıp gittiler.

Bu tip bir müşteri memnuniyeti davranışını aslında hiç beklemiyordum. Sadece garanti kapsamında buzdolabımın onarımını talep etmiştim. Ancak servis elemanının beceriksizliği yüzünden en az bir hafta buzdolabım olmadan yaşadım.

Aradan 10 gün kadar geçti. Tesadüfen buzdolabının parçalarını devamlı olarak kıran yetkili servisin sokağından geçiyordum. Bir anda gördüm ki ilgili firmanın logoları ve yetkili servis yazıları sökülmüş, bireysel olarak bakım, onarım yapan bir yer haline gelmiş. Anlaşılan yetkili servis anlaşmaları firma tarafından sonlandırılmış.

Amacım tabii ki bu değildi ancak keşke onlar da işlerini daha dikkatli yapsalardı.

YEDEKLEME ÜNİTESİ

Üniversiteden yakın bir arkadaşım Akmerkez’in ofis katlarında, çok uluslu bir firmada çalışıyordu. Bir gün beni arayıp ofislerinde kullanmak üzere bir yedekleme ünitesine ihtiyaçları olduğunu söyledi ve yardımcı olup olamayacağımı sordu. Cihazın marka ve modelini de verdi. Hemen ithalatçı firmayı aradım ilgili modelin stok durumunu sordum ve cihazın siparişini verdim.

Ertesi sabah yedekleme ünitesi elime geldi. Üzerinde cihazın resminin bulunduğu ve özelliklerinin yazdığı koca bir kutu. Sevkiyat biraz zor olacak ama teslim etmem gerekiyor. Arkadaşımı arayıp öğleden sonra yedekleme ünitesini getireceğimi söyledim. Kaçıncı katta olduklarını ve Akmerkez’in ofis katları girişindeki güvenlik görevlisine hangi firmaya gittiğimi söylemem gerektiği bilgisini verdi. Aşağıdan arayıp onay alacaklarmış.

Öğleden sonra elimdeki ağır kutu ve servis çantamla beraber Akmerkez’e gittim. Herkesin bildiği gibi AVM’lere giriş büyük dert, güvenlik aşamasını geçmek lazım. Elimdeki kutuyu ve servis çantasını x-ray cihazına, anahtar, telefon gibi metal eşyaları da sepete yerleştirerek içeri girdim. Birinci aşama bitti, ancak daha ofis katlarının güvenliğinden geçmek gerekiyor.

Ofis katlarının girişine geldim.

Güvenlik görevlisi — Hangi firmaya gelmiştiniz?

Ben — ...’ya geldim.

Güvenlik görevlisi — Kiminle görüşeceksiniz, kim geldi diyelim?

Adımı ve arkadaşımın adını verip elimdeki ağır kutu ile beklemeye başladım. İlgili firma aranacak, onay alınacak, ben de içeri gireceğim. Kutu gittikçe ağırlaşıyor. Birkaç dakika sonra yukarıdan onay geldi ve içeri girebilmem için bariyeri açtılar. Güvenlik görevlisi elimdeki kutunun içinde ne olduğunu çok merak etmiş herhalde.

Güvenlik görevlisi — O kutuda ne var?

Elimde dakikalarca ağır bir kutuyla bekleyip yorulduktan sonra biraz gerilmiştim. Haliyle yine muzurluk damarım tuttu.

Ben — 2 Gigabyte kapasiteli, SCSI 2 interface’li external Jazz Drive back-up ünitesi var.

Güvenlik görevlisi — Haa, nee?

Ben — Söyledim ya, 2 Gigabyte kapasiteli, SCSI 2 interface’li external Jazz Drive back-up ünitesi var.

Güvenlik görevlisi — Buyurun, geçebilirsiniz.

Görevlinin ne söylediğimi anlamadığına eminim, galiba o da daha fazla rezil olmamak için anlamış gibi yaptı.

Yukarıda arkadaşımla buluştuğumda güvenlik görevlisi ile aramızda geçen konuşmayı aktardım. İşe başlamadan önce dakikalarca süren kahkahalarımızın bitmesi gerekiyordu doğal olarak.

ALO, CEMAL ORADA MI?

2000’li yılların başları. Henüz internet üzerinden telefon görüşmeleri yok, görüşme başına ücretlendirmeler var, şehirler arası telefon görüşmeleri ise çok pahalı, insanlar bu tip görüşmeleri olabildiğince kısa tutmaya çalışıyor.

Şişli’deki işyeri telefonum o bölgede yoğun kullanılan 232 ile başlıyordu. Yani İzmir’in şehirler arası alan kodu ile aynı. Dolayısıyla haftada birkaç kez  başta “0” tuşlanmadığı için İzmir aramalarına maruz kalıyordum. Telefonu açtıktan sonra birkaç tuşlama sesi daha gelirse İzmir’i arayan birisinin başta “0” tuşlamadan aradığı hemen anlaşılıyordu. Eğer o gün keyfim yerindeyse arayan kişiye yardımcı oluyordum.

Arayan kişi — Merhaba iyi günler, Alsancak şubeniz saat kaçta açılıyor?

Ben — Galiba İzmir’i arıyorsunuz, önce “0” tuşlamanız gerekiyor, burası İstanbul.

Arayan kişi — Teşekkürler, kusura bakmayın.

Ben — Rica ederim, iyi günler.

Bazen de arayan kişi rahatsız edici bir şekilde konuşurdu. O durumlarda ben de gerektiği gibi cevap verirdim. Yine telefon açıldıktan sonra gelen birkaç tuşlama sesi ile bir İzmir araması.

Ben — Efendim?

Arayan kişi — Aluu, Cemal orda mi?

Ben — Yohtır, yohtır. Cemal kim ola ki?

Arayan kişi — Niresi orası?

Ben — Gayseri, Gayseri.

Arayan kişi — Anaaaa.

Telefon “çat” diye kapanır. 30 saniye sonra tekrar çalar. Sırada Karadeniz şivesi var.

Ben — Efendum, buyurun da?

Arayan kişi — Aluu, Cemal orda mi?

Ben — Yoktur da. Cemal de kim ola ki da?

Arayan kişi — Niresi orası?

Ben — Tirabzon’dur da.

Arayan kişi — Anaaaa.

Telefon yine “çat” diye kapanır. Ancak arayan kişinin sesi bu kez biraz daha panik duygusu içerir. Ne de olsa en az iki şehirlerarası görüşme yapılmış, görüşme maliyeti yükselmiştir. 30 saniye sonra telefon tekrar çalar. Bu kez Trakya şivesi...

Ben — Efendim beyau?

Arayan kişi — Aluu, Cemal orda mi?

Ben — Yoktur beyau. Te be Cemal de kim beyau?

Arayan kişi — Niresi orası?

Ben — Te be Lülebuugaz’dır beyau.

Arayan kişi — Anaaaa.

Telefon yine “çat” diye kapandı. Bir sonraki aramada İngilizce konuşmak niyetindeyim ama arayan soran yok. Arayan kişi ya öncelikle “0” tuşlaması gerektiğini öğrendi, ya da “Bugünlük bu kadar telefon masrafı yeter” deyip Cemal ile görüşmeyi erteledi.

BAYRAK SALLIYORUM!

Bu oldukça yeni bir hikaye. 29 Ekim, Bağdat Caddesi’nde kardeşim ve eşi ile Cumhuriyet Yürüyüşü’ne katılıyoruz. Ben, kardeşim ve eşi birbirimize mümkün olduğunca yakın durmaya çalışıyoruz. Birbirimizi kaybedersek buluşmamız imkansız. Çünkü  etrafımızda binlerce insan var, balık istifi şeklindeyiz. Neredeyse herkesin elinde bir bayrak var, binlerce bayrak ellerde sallanıyor ve her yer kırmızı-beyaz. İnsanlar coşku içinde bayramı kutluyorlar.

Bu kalabalıkta birbirlerine ulaşmaya çalışan insanlar da var. Otobüsün üzerindeki hoparlörlerden yükselen marşlar nedeniyle telefonda görüşmek ise neredeyse imkansız.

Tam yanımızda kırklı yaşlarda bir bey telefonda son derece yüksek bir sesle konuşarak arkadaşlarına bulunduğu yeri tarif etmeye çalışıyor. Belli ki buluşacağı kişiler yaklaşmışlar, ancak oraya ulaşamıyorlar. Biz kendisini rahatça duyabiliyoruz ama o telefonun diğer ucundaki kişiyi duymakta oldukça zorlanıyor.

“Alooo, trafik ışıklarının yanındayım, tam köşede.”

“Seni duyamıyorum, çok ses var, ışıklardayım.”

“Biraz yüksek konuş, duyamıyorum, ben tam ışıklardayım.”

Etrafımızda binlerce bayrak sallanırken yanımızdaki beyden can alıcı cümle geldi...

“ Gelince beni hemen görürsünüz, Bayrak Sallıyorum!”

BAK NE GÜZEL ÇİÇEK, KOKLASANA

Yanılmıyorsam 1977 ya da 1978 yılı. Tekirdağ’da kamptayız. Restoran bölümünde bir telaş var. Masalar hazırlanmış, sürahi, bardak, tuz, biber masalara yerleştirilmiş yemek saati bekleniyor. Restoran karşısında denize paralel olarak düzenlenmiş çiçek grupları var. Sarı, turuncu ve kırmızı renkli küçük çiçekler. Akşam yemeğine az bir süre kalmış. Herkes “deniz manzaralı” masalardan yer kapabilmek için bir telaş içinde. Malum gece uzun, denize karşı içip çakırkeyif olacaklar. Bu yüzden çocuklar önceden masalara oturtulmuş. Etrafta masalarda nöbet tutan onlarca çocuk var. Hepsi daha okul çağına gelmemiş en fazla beş, altı yaşlarında.

Çocuklar masada büyüklerini beklerken aklımıza yine “masum” bir şaka geldi. Deniz kenarındaki çiçeklerden koparttık, üzerlerine bolca karabiber döktük ve çocuklara “Bak, ne güzel çiçek, koklasana” deyip koklatmaya başladık.

Tepsisini alan anne ve babalar hızlı adımlarla masalara gidiyorlar, ancak ortada garip bir durum var. Masalarda oturan onlarca çocuk çok sesli koro düzeninde aralıksız hapşırmaya devam ediyor.

KOMBİNİZİN BAKIM ZAMANI GELDİ

Hepinizin başına gelmiştir. Gün ortasında, olur olmaz bir saatte telefonunuz çalar, karşınızda mekanik bir ses “Kombinizin bakım zamanı geldi, uzman kadromuzla her marka kombiniz için gerekli kış bakımını yapıyoruz. Operatör ile görüşmek isterseniz biri tekrar aranmak istemiyorsanız ikiyi tuşlayın.” Hemen 2 tuşlanır ama nafile. Ertesi gün tekrar aranırsınız ve aynı sesten aynı cümleleri tekrar dinlersiniz.

İşte bu şekilde kombi bakımı için en az 7-8 kez arandıktan sonra bir de 1’i tuşlayarak operatör ile görüşmek istedim. Tuşladım ve beklemeye başladım. Ancak operatöre bağlanmak yerine aynı mekanik ses “Size en kısa zamanda geri dönüş yapılacaktır.” dedi ve telefon kapandı.

Aradan birkaç saat geçti. Geri dönen yok. Ben olayı unutmaya başlamışken telefon çaldı, karşımda (ses tonundan anladığım kadarıyla) sırıtarak konuşan bir hanım sesi.

Telefondaki hanım —  Merhaba, kombinizin bakım zamanı gelmiş. Size ne zaman gelelim?

Ben —  Bana nasıl ulaştınız?

Telefondaki hanım —  Müşteri listemizde telefon numaranız var, oradan ulaştık.

Ben —  İyi de ben sizin müşteriniz değilim ki.

Telefondaki hanım —  Önemli değil, biz yine de servis için gelelim.

Ben — Hanımefendi, benim kombim yok ki, neden arıyorsunuz?

Telefondaki hanım —  Hiç sorun değil, demek ki merkezi sistemle ısınıyorsunuz. Onlara da servis veriyoruz.

Ben — Bizde merkezi sistem de yok.

Telefondaki hanım —  Peki beyefendi, klima ile ısınıyorsanız klima servisimiz de var.

Ben — Hayır o da yok.

Telefondaki hanım —  Siz nasıl ısınıyorsunuz?

Ben — Tezek yakıyoruz.

Telefondaki hanım —  Beyefendi, dalga mı geçiyorsunuz?

Ben — Evet, dalga geçiyorum!

Bu konuşma sonrasında telefon çat diye kapandı ve bir daha asla kombi servisi, klima temizliği gibi konularda aranmadım.