VİTOTROLOJİ
Yirmili yaşların ikinci yarısı, yabancı bir şirketin IT departmanında çalışıyorum. Yeni biri olduğum için bazı eğitimler almam gerekiyor. Bunlardan biri de “Etkili Sunum Teknikleri”. İki günlük eğitime benim de kaydım yapılmış, artık kime ne sunacaksam…
Eğitim günü sabah saat 09:00’da anlaşma yapılan otelin toplantı salonunda buluştuk. Klasik U düzeninde yerleştirilmiş masalar, bir köşede tatlı-tuzlu kurabiyeler, sallama çay, hazır kahve, ortada eğitimi verecek kişinin masası ve bir tepegöz. O tarihlerde uzaktan kumandalı projeksiyon cihazı yok tabii ki. Renkli asetat kalemleri, asetatlar ve tepegöz tüm sunumların değişmeyen unsurları.
Önce eğitim alanlar kendilerini tanıtmaya başladılar. Şirketin yönetim kademesinde de bazı değişiklikler olduğu için benimle beraber satış elemanları, pazarlamacılar yanında, muhasebe müdürü, satış müdür yardımcısı, pazarlama uzmanı gibi bir takım “ağır abiler” de eğitim alacaklar. Yaklaşık onbeş kişiyiz. Ben aralarında en genç, en tecrübesiz olanlardan biriyim. Tanışma faslı sonrasında eğitim içeriğinden söz edildi. İlk gün bizlere eğitim verilecek, ertesi gün ise eğitim alanlar kendi seçtikleri bir konu ile ilgili sunum yapacaklar. Senaryo gereği dinleyiciler sunum yapacak kişinin söylediği rolü üstlenecek ve ona göre davranacaklar. Birinci gün işin püf noktaları, yapılacaklar, yapılmayacaklar, kullanılacak kelimeler ile ilgili eğitim alarak geçti. Sunumların yapılacağı ikinci gün ise ilk saat eğitim alanlar sunum ile ilgili hazırlıklarını yapacaklar, sonrasında ise seçtikleri konunun sunumunu. Benim seçtiğim konu “Vitotroloji” idi. Önceden verilmiş asetatlara Vitotroloji ile ilgili resimler yaptım, notlar yazdım, anlatacaklarımı kafamda iyice netleştirdim ve sıra bana geldi.
Dinleyicilere verdiğim rol, bir üniversitenin akademisyenleri. Sunumum ise Vitotroloji’yi tanıtarak üniversitede bir ders olarak verilmesi hakkında. Dinleyicilerin nasıl bir tavır alacaklarını tartışmaları için birkaç dakikalığına salon dışına çıktım, sonrasında içeri çağırıldım.
Önce Vitotroloji’nin açılımından başladım.
“Saygıdeğer akademisyenler. Önce size Vitotroloji’nin ne olduğundan söz etmek istiyorum. Vitotroloji üç ayrı kelimenin birleşiminden doğmuştur. Vito - Tro - Loji. Loji ekini hepiniz biliyorsunuz. Bilim ve bir alanda yapılan çalışmalar için kullanılır. Vito ise İtalyanca La Vita yani Hayat kelimesinden gelmektedir. Konunun temeli olan ‘Tro’ ise Troya ve Truva Atı ile ilgilidir.”
Bu noktada asetata çizdiğim Truva Atını tepegözden perdeye yansıttım. Pek iyi bir çizim değildi ama Truva Atı olduğu belliydi. Heyecanlı bir şekilde devam ettim.
“Truva Atı’nın hikayesi biliniyor, içine saklanan askerler kaleye girip ele geçirirler. O dönem için ne kadar zekice değil mi? İşte Vitotroloji’yi “Entegre düşünce sistemlerini günlük hayata aktarma bilimi” olarak tanımlayabiliriz. Bunun günümüzdeki en güzel örneğini karikatürist İrfan Sayar’ın yarattığı Porof. Zihni Sinir projelerinde görebiliriz. Size bir örnek göstereyim, ‘Hayvan doğasından faydalanarak elektrik üretimi procesi’.”
Yine bir asetat, döner bir bant üzerinde kaçan fareyi kovalayan bir kedi ancak ikisi de bağlı, koşu bandı gibi bir sistem. Bantın döndürdüğü kısımda ise bir dinamo var, bu dinamoyla elektrik üretiliyor.
“İşte saygıdeğer akademisyenler, Vitotroloji böyle bir bilim dalı, günlük hayatta gözden kaçırdığımız küçük ayrıntıların hayata uygulanması.”
Kaptırmış anlatıyorum. Derken sözüm ayakta alkışlarla kesildi! Vitotroloji ders olarak kabul edilmişti. Ben dışarıdayken her durumda kabul edilmesi konusunda anlaşmışlar.
Görevini başarıyla tamamlamış biri olarak yerime oturup bir sonraki sunumu yapacak kişiyi beklemeye başladım.
Bu arada unutmadan “Vitotroloji” diye bir kavram yok, ben uydurdum. Eminim ki yıllar sonra bile salondaki “ağır abiler” böyle bir bilim dalı olduğuna inanmaya devam ettiler…
BİLGİLER DÖKÜLMEZ Mİ?
90’lı yılların hemen başları. Şimdiki gibi sermayenin değil de bilginin para kazandığı Bilgi İşlem sektörü. Her ay onlarca yeni bilgisayar firması açılıyor. Hepsinin de adı Com, Net, Sys gibi eklerle bitiyor. Bilgisayar parçalarını bir araya getirip “toplama” bilgisayar yapabilen herkes kendi markasını yaratıp piyasada yer edinmeye çalışıyor. Satın alınan bilgisayarlar ise gerçekten ulaşılması zor bir maliyette olduğu için müşteriler tarafından neredeyse pamuklara sarılıp nazikçe kullanılıyor. 80’li yıllarda siyah-beyaz televizyonlara yapıldığı gibi, bilgisayar monitörü üzerine dantel örtü yerleştiren müşteri bile gördüm.
Üç arkadaşım kafa kafaya verip bir bilgisayar firması açmaya karar verdiler. Bana da tekif geldi ancak kendimi yeterince “müteşebbis” hissetmediğim için çalışan olarak onların yanında işe başladım. Hazır toplanmış bilgisayar alıp satıyoruz. İşin tüm teknik yükü de benim üzerimde. Gelen bilgisayarlara 20 Megabyte’lık (Gigabyte değil) “devasa” hard disklerin takılması, DOS yüklenmesi, testleri… Hepsi ile ben ilgileniyorum.
Gaziantep’ten bir sipariş aldık. Müşterimiz DOS ortamında bir ön muhasebe programı kullanmak istiyor. Fatura kesecek, cari hesapları kontrol edecek, tahsilatlarını girecek. Bilgisayarı hazırladık, içine DOS işletim sistemi ve bir de ön muhasebe programı yüklendi. Kargo ile Gaziantep’e gönderildi.
Aradan 3 ay kadar geçti. Bir gün Gaziantep’teki müşterimiz telefon etti. Sesinden anlaşıldığı kadarıyla tam bir panik halindeydi. Bilgisayar açılmıyormuş, muhasebe kayıtlarına, müşteri hesaplarına ulaşamıyormuş. Telefonda ne yaptığını anlamaya çalışıyorum. Neden sonra ortaya çıktı. İşletim sistemini silmiş, bilgisayar o yüzden açılmıyormuş. Telefonda yana yakıla muhasebe kayıtlarına ulaşması gerektiğini söylüyor.
Bilgisayarı kargo ile gönderirse sorunu çözebileceğimi, sonrasında geri göndereceğimi ilettim. Konuya olumlu bakmadığını hissettim. Neden olduğunu sorduğumda “Kargocular bilgisayarı kamyona her türlü yerleştiriyorlar ters koyarlarsa bütün bilgiler dökülür” dedi. 15 saniye kadar gülmemek için dudaklarımı ısırarak sessiz kaldım. Cevap olarak “Siz hiç merak etmeyin, sorun olmaz. Dökülse bile biz toplayıp yerine koyarız” dedim.
Sonuç olarak bilgisayar kargo ile bize geldi. Neyse ki dökülen bir bilgi yoktu! İşletim sistemi baştan yüklendi ve müşterimiz muhasebe kayıtlarına eksiksiz olarak ulaştı.
KUM SAATİ
Yirmili yaşların ikinci yarısı, yabancı bir şirketin IT departmanı. Telefonum çaldı. Muhasebe departmanından bir hanım bilgisayarında sorun olduğunu iletti, yazıcıyı kullanamıyormuş, yardımcı olup olamayacağımı sordu. Kısa bir süre içinde yanında olacağımı söyledim ve bir üst kattaki muhasebe departmanına gittim. O dönemlerde Windows ’95 bile piyasaya çıkmamış, neredeyse tüm bilgisayarlarda Windows 3.1 yüklü, DOS komutu ile çalıştırılıyor.
Bilgisayardaki yazıcı sorunu ile ilgilenirken yan masadaki hanımın mouse’unu yukarı aşağı sert hareketlerle havada salladığını gördüm. Pek önemsemedim çünkü kullanılan mouse’lar şimdiki gibi laser teknolojisine sahip değil. İçlerinde lastik kaplamalı ağır bir top var. Mouse hareket ettirildiğinde top da yan taraftaki silindirleri çevirip mouse okunun hareket etmesini sağlıyor. Haliyle top ve silindirler zaman içinde toz ile kaplanıp tutukluk yapıyor. Açıp temizlemek lazım, ancak buna zaman yoksa mouse’u sallayarak geçici bir çözüm üretilebiliyor. Ben de mouse’u sallayan hanımın amacının bu olduğunu düşünmüştüm. Bu arada sorunlu bilgisayar ve yazıcıyı hallettim. Sadece kasa üzerinden yazıcının data kablosu çıkmış.
Tam kendi yerime dönmek üzere hareketlenmişken mouse’u sallayan hanımın hala devam ettiğini gördüm. Bilgisayarı ile ilgilendiğim hanım diğerine “Ne oldu? Neden mouse’u sallayıp duruyorsun?” diye sordu.
Ekrandaki kum saatinin kumları çabuk dökülsün diye sallıyormuş!... Gülmemek için dudaklarımı ısırarak oradan ayrılıp yerime döndüm…
İŞ KAZASI
1993 yılı... Konferans salonlarına ses ve ışık düzenleri, şirket binalarına acil anons ve genel müzik yayın sistemleri kuran bir firmada, teknik bölümün başında bir pozisyonda çalışıyorum. Bir bankanın yeni inşa edilen merkez binasının acil anons ve müzik yayın sistemi işi alınmış. 5-6 kişilik bir ekibim var. Kablo kanalları çekiliyor, kablolar döşeniyor, hoparlörler takılıyor. Kablo derken öyle 100-200 metre değil, 2 ayrı bloktan oluşan binada kilometrelerce kablo işçiliği var. Yanlış hatırlamıyorsam Temmuz ayının ortaları. Elimde projeler, hoparlörlerin takılacağı yerleri gösteriyorum. Çoğu hoparlör tavanda ancak bazı bölümlerde duvara montaj yapmak durumundayız projeye göre.
İşte yine duvara hoparlör montajı yapılan bir ortam. Ekipteki arkadaşlar bir yerlerden küçük bir kimyasal madde bidonu bulmuşlar, ters çevirip merdiven gibi kullanıyorlar. Duvara delik deliniyor, montaj vidası takılıyor ve hoparlörler asılıyor. Temmuz sıcağında çekilir bir iş değil ama mecburuz. Bir ara proje elimde gezinmekten sıkıldığımı hissettim. Arkadaşlara “Verin bir iki tane de ben yapayım, biraz siz de dinlenin” dedim. Kimyasal madde bidonunun üzerine çıktım, matkapla duvara delik açtım, dübeli yerleştirdim. Sıra geldi vidayı takmaya. Tam o sırada ayağımın altındaki bidon devrildi ve yaklaşık 50 cm. yükseklikten düştüm. Kafamı çarptığımı hissettim. Yerde oturuyorum, neyse ucuz atlattık. Bu arada elimdeki tornavida yok, nerede acaba derken elimi kafama doğru götürdüm ve tornavidayı buldum. Sağ kulağımda, kulak deliğinin 1 cm. kadar yukarısına saplanmış duruyordu. Torvavidanın üzerine düşmüşüm. Aklıma ilk gelen şey ondan kurtulmak oldu. Ne büyük hata... Dokunmamak gerekiyormuş. Tornavidayı epey bir güç harcayarak çıkarttım. Dışarı doğru çok az bir kanama oldu ancak sağ kulağım anında tıkandı. Sanki denize dalmışım da kulağıma epey su kaçmış gibi. İnsan panik halindeyken düşünemiyor ki. Hatalar silsilesi devam ediyor. Çocuklardan birini yanıma alıp arabaya bindim, ben kullanıyorum. Yaklaşık 10 kilometrelik bir yolu epeyce süratli bir şekilde aldıktan sonra Nişantaşı Amerikan Hastanesi’ne geliyoruz. Hemen acilden giriş yapılıyor. Soruyorlar “Ne oldu?” diye.
Ben — Kafama tornavida saplandı.
Acil Servis Görevlisi — Kavga mı ettiniz?
Ben — Yok kardeşim ne kavgası, iş kazası...
Hemen beni tekerlekli sandalyeye oturtup (defalarca yürüyebileceğimi söyledim ama prosedür öyleymiş) tomografi çekimine götürdüler. Bir yandan Beyin Cerrahisi uzmanı, bir yandan Kulak, Burun, Boğaz uzmanı benimle ilgileniyor. Tomografi çekildi. Beyin Cerrahının odasındayım. O dönemlerde şimdiki gibi tıbbi görüntüleme sistemleri yok, tomografi sonuçları röntgen filmi gibi geliyor. Sonuç geldi. Daha kurumamış, ıslak ıslak. Sonuçta kafatasına saplanmış bir tornavida var, çabuk davranmak lazım.
Doktor tomografi filmini ışığa tutup inceledi. “Gördüğüm kadarıyla eğitimli birisiniz, size söyleyeceklerim mantıksız ve inandırıcılıktan uzak gelebilir ancak başka türlü açıklayamam. Bir mucize yaşamışsınız. O bölgeye tornavida saplanıp herhangi bir hasar vermemesi tam bir mucize”. İçime su serpildi. Tornavida o bölgedeki sinir ağlarının arasından geçmiş, hasar vermeden saplanmış.
Sırada Kulak, Burun, Boğaz muayenesi var. Doktor hanım uzun uzun kulağımı inceledikten sonra “Orta kulakta kanamadan kaynaklı bir sıvı birikimi var. Bir hafta kadar bekleyelim. Vücut bunu atarsa iyi, ancak atmazsa kulak zarını yarıp absorbe etmemiz gerekiyor. Haftaya kontrol için gelin, sıvı azalmamışsa hemen operasyon yaparız, zaten çok kısa sürüyor.” Bunu duyunca sanki nefesim kesildi. Müzikle uğraşan biriyim, kulak zarıma dokunulmasına izin veremem.
Hafta boyunca her sabah uyandığımda ilk işim kulağımdaki tıkanıklığın durumunu hissederek test etmek oldu. Nafile, hiçbir değişiklik yok, tıkanıklık devam ediyor. Son gece banyoda ayna karşısındayım. Ertesi gün kontrol için doktora gideceğim. Birden aklıma geldi. Deniz ile aram iyi, dalmayı severim. Aynı şekilde burnumu kapatıp dışarı doğru basınç uygulasam faydası olur mu acaba? Burnumu kapattım, çok hafif artışlarla basınç uygulamaya başladım. Biraz daha, biraz daha derken içeriden bir “fokurdama” sesi geldi. Başımı arkaya doğru attım, genzime doğru akan bir sıvı hissettim. Boğazıma giderken yakalayıp tükürdüm. O da ne? Kulağımdaki tıkanıklığı artık hissetmiyorum.
Ertesi gün kontrol için doktora gittim. Doktor hanım kulağıma baktı ve “Çok iyi, vücut sıvıyı atmış, operasyona gerek yok, geçmiş olsun.” dedi. Ben yaptığım şeyi söyleyip söylememek konusunda kararsızım. Söylemeye karar verdim. “Size bir şey söylemek istiyorum, ben dalmayı seven birisiyim. Dün akşam aynı dalgıçların yaptığı gibi basınç uygulayarak sıvıyı kendim boşalttım.” Bunu söylerken doktorun gözleri fal taşı gibi açıldı. Asla yapmamam gerekiyormuş, orası henüz iyileşmemiş, çok daha büyük zararlar verebilirmişim. Doktorun sön söylediği ise “Bu sene asla dalmak yok, hatta kafanızı suya bile sokmayın” oldu.
Geçirdiğim iş kazası sadece o sezon dalmamı engelledi. Galiba ucuz atlattım...
KUMAR MAKİNESİ
1985 yılıydı. Üniversiteden yakın bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine bir iş başvurusunda bulundum. İş konusu ise o dönemlerde serbest olan, ancak ilerleyen yıllarda yasaklanan ve meraklılarını Kıbrıs’a yönlendiren “Oyun salonları” yani kumar makinelerinin teknik servisi.
Teknik grup olarak iki oteldeki makinelerden sorumluyuz. Salonlar genelde öğleden sonra üç civarı açılıp, sabaha karşı kapanırdı. Salon açılmadan önce gidip tüm makinelerin çalışır durumda olmasını sağlardık. Bunun yanında makinelerin o günkü “kazandırma” yüzdelerini ayarlamak da bizim sorumluluğumuzdaydı. Eğer bir makine o gün çok kazandırdıysa, kaybettiklerini geri alana kadar pek fazla vermezdi. Derler ya “Kasa her zaman kazanır”. Test amaçlı olduğundan herhangi bir makineyi açıp içinden istediğimiz kadar jetonu alıp her türlü makinede kullanabiliyorduk.
İşte hikaye de bu test amaçlı oyun konusunda.
O gün, salonun açılış saatinden önce arızalı olan bir poker makinesi ile ilgileniyorum. Görünüşe göre içindeki elektronik kartlardan biri bozulmuş. Servis odasındaki yedek kartlardan birini takıp çalışır hale getirmem gerekiyor. Değişimi gerçekleştirdim ve makine çalışır duruma geldi. Ancak test edilmesi gerekiyor.
Makinenin için açıp jetonların toplandığı bölgeden 100 civarı jeton aldım ve makinenin kapağını kapattım. Jetonların hepsini makinenin içine atıp 100 kredi ile poker oynamaya başladım. Oldum olası kumar konusunu sevmem ve pokerde de hiç iyi değilimdir. Ancak makineyi test etmek için mecburen oynuyorum.
Jeton bedava ya, en yüksek pot olan 10 jeton ile oynuyorum. Amaç mümkün olduğunca sıralı ve aynı kağıtları bir araya getirmek. Kartlar dağıtılıyor, istediğiniz kadar kağıdı tutup kalanların değişmesini istiyorsunuz. Eğer elinizde en az “2 As” ya da “2 Papaz” varsa attığınız kadar jetonu geri alıyorsunuz, üçüncü bir As ya da Papaz gelirse jeton sayınız katlanarak artıyor. En büyük el ise aynı seriden sıralı olarak 10, Vale, Kız, Papaz ve As.
Oyuna devam ediyorum, el açıldı. Karşımdaki ekranda maça 10, maça Vale, maça Kız, maça As ve kupa As var. Yani kupa ve maça As’ı tutarsam attığım jeton kadarını geri alacağım, ancak kupa As’ı gönderip yeni kağıt istersem ve maça Papaz gelirse olabilecek en yüksek eli tutturmuş olacağım. Nasıl olsa test için oynuyorum, jeton da bedava, kupa As’ı gönderip yeni kağıt istedim. Ve maça Papaz geldi!
Makine ciyak ciyak bağırıyor, ışıklar yanıp sönüyor. Galiba 10.000 jeton kazanmışım. O güne kadar hiç rastlanmayan bir durum olduğu için oyun salonu müdürü, yetkililer koşarak geldiler. Makine bağırarak dışarı jeton döküyor, içindekiler bitiyor, dolduruyoruz tekrar vermeye devam ediyor. Dile kolay tam 10.000 jeton.
Makinenin doldur-boşalt işini müşteriler ile ilgilenen krupiyelerden birine devredip yönetim odasına gittik. Olayı anlatmam istendi, sanki ifadem alınıyor. Oysa yaptığım bir şey yok sadece test amaçlı oyun oynuyordum.
Üst yönetime rapor verileceği için “Test esnasında 10.000 jeton kazanıldı” şeklinde bir zabıt tutuldu. Ben de işimin başına döndüm.
Söyledim ya, “Kasa her zaman kazanır”. O makine aylarca tek bir jeton bile kazandırmadı.