BEN YAPMADIM!
6 yaşındayım. Apartmandan bozma bir özel okulda, normalde okul öncesi sınıfında olduğum halde misafir öğrenci olarak ara sıra 1. Sınıf derslerine de katılıyorum. Galiba o sıralar parlak bir öğrenciymişim ve öğretmenler öyle uygun görmüş. Orası hakkında hatırladığım en net şey “korkutarak eğitmek” kavramıydı. Duvarda asılı eski tablolardan kalmış çiviler öğrencilere “Yaramazlık yapanları kulaklarından bu çivilere asıyoruz” diye gösterilirdi.
Yine sıradan bir gün, Türkçe, Matematik, Hayat Bilgisi dersleri devam ediyor. Sınıfta üçer kişinin oturabildiği ahşap sıralar var. Karatahtaya bakan üç sıra düzeninde, sıralar arasında iki koridor. Ve “teneffüs” zamanı. O dönemlerde ders aralarına verilen isim buydu. Tüm öğrenciler sınıftan dışarı çıkmış, koridorlarda koşturuyor. Sınıfta sadece ben ve adını hatırlamadığım bir arkadaşım var. “Bir sıradan diğerine atlamaca” oynuyoruz. O benden biraz ileride, yani aramızda boş bir sıra var, arka arkaya atlamıyoruz. Ben birincideyken, o üçüncüde. Birinci, ikinci, üçüncü derken arkadaşım atlamayı tam beceremedi, ayağı kaydı ve düşerken kafasını sıranın sivri köşesine çok kötü bir şekilde çarptı. Kafasından oluk oluk kan akıyor, yerler kan gölü. Öğretmenler, okul müdürü, görevliler sınıfa koştu. Kafası kanayan arkadaşımı ve beni sınıfın dışına götürdüler. Kanama devam ediyor, yerler kıpkırmızı. O anda beni hayat boyu bir travma içine sokacak bir suçlama ile karşı karşıya kaldım. Öğretmenlerden biri kulağımdan tutup, başımı kanları daha iyi göreyim diye yere doğru bastırarak “Gördün mü yaptığını? Neden arkadaşını ittin? Ne olacak şimdi?” dedi. Korkudan dilim tutulmuştu sanki. Konuşamıyordum. Sadece yerdeki kanlara bakıyordum. Ama ben yapmamıştım. Suçsuzdum. Keşke o zamanlar şimdiki gibi güvenlik kameraları olsaydı. Hemen suçsuzluğumu ispatlayıp temize çıkabilirdim. Sonuçta işlemediğim bir suç yüzünden 1 hafta “okuldan uzaklaştırma” cezası aldım. Hem de 6 yaşında…
Aradan uzun yıllar geçti. 6 yaşında yaşadığım psikolojik travma o kadar etkiliymiş ki, bugün bile yapmadığım bir şeyle suçlanırsam anında parlıyorum ve çok şiddetli bir şekilde savunmaya geçiyorum.
ÖĞLE YEMEĞİ
Boğaziçi Üniversitesi’ndeki ilk senem. Hazırlık sınıfındayım, okulu tanımaya çalışıyorum. O zamanlar şimdiki gibi ortada öğrencilerin yayıldığı çimenlik bir alan yok, bölge bölge su ve çamur birikintilerinin olduğu bir futbol sahası var. Rektörlük binası kütüphane, birinci erkek yurdunun altında şimdi “study” olarak adlandırılan yer yemekhane, orta kantin ise orta kantin!
O sonbahar müthiş bir balık bolluğu vardı. Tezgahlarda koca koca lüferler neredeyse bir simit parasına satılıyordu.
Bir gün öğle saatlerinde öğle yemeği için birinci erkek yurduna doğru yürümeye başladım. Her zaman boş olan yurt kapısında inanılmaz bir kuyruk. Yurt kapısında başlayan kuyruk, İdari Bilimler binasına doğru gidiyor, oradan Kırmızı Salon önüne kadar uzanıyordu. Öğrendik ki yemekte “adam başı bir lüfer ve salata” var. Balık bolluğundan üniversitemiz de nasibini almış.
Yarım saat kadar bekledikten sonra içeri girebildim ve tepsimi aldım. Söylenenler doğruydu. İrice bir ızgara lüfer ve mevsim salatası.
Eminim ki tepsisini alan her öğrenci aklından “Ah bir duble de rakı olsa” diye geçiriyordu. Bazı öğrencilerin tekrar sıraya girip 2 lüfer yediklerini bile gördüm.
O seneden sonra bir daha böyle bir balık bolluğu görülmedi...
1711 PRUT
Ortaokul ve lise öğrenim hayatım öyle çok parlak geçmedi. Vasat bir öğrenci sayılırdım. Her sene bir ya da iki dersten kalıp “tamamlama” sınavlarında geçerdim. Tamamlama sınavları Haziran ayı içinde olurdu. Eğitim dönemi bittikten sonra başarısız öğrenciler için iki haftalık kurs niteliğinde tekrar dersleri verilirdi. İki hafta sonunda ise tamamlama sınavı olurdu. Bu sınavdan kalanlar ise Eylül ayındaki bütünleme sınavına girerlerdi. Kısacası benim yaz tatillerim hep iki hafta geç başlardı.
Lise son sınıftayım. Sene sonunda Tarih ve Kimya derslerinden kaldığımı öğrendim. Ancak bu sene durum farklı. Tamamlama sınavları kaldırılmış, sadece Eylül ayında bütünleme sınavı var. Yani tek şans.
Yaz dönemi Florya’da kamptayız. Üniversite sınav sonuçları da yavaş yavaş belli olmaya başlıyor. Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanmışım ama daha liseden mezun olamadım ki. Hem sınavlar Eylül’de, daha 3 ay var. Bir ara çalışırım herhalde. Şimdi deniz, güneş çok daha önemli. Elimde maske, şnorkel, palet denize doğru giderken komşularımızın “Şuna bakın, Boğaziçi’ni kazanmış ama bütünleme sınavlarına çalışacağına denize gidiyor” dediklerini duyuyorum.
Ağustos ayı sonlarına doğru kimya sınavı için birkaç özel ders aldım. Kolaymış, nasıl kaldım ki ben bu dersten? Tarih ise öyle değil, koca kitaptan sorumluyuz, oturup çalışmaktan başka çare yok. Ara sıra elime alıp göz gezdiriyorum.
Eylül ayının ilk haftası, sınav dönemi geldi çattı. Önce kimya dersinin sınavı var. Birkaç gün sonra da tarih. Kimya dersinden neredeyse “tam not” alarak geçtim. Gerçekten kolaymış, sahiden nasıl kaldım ki ben bu dersten?
Tarih dersi için sınava geldim. Sınıfta yaklaşık 40 öğrenci var. Çoğu önceki senelerde dersten kalmış, sınavlarda başarılı olamamış, tekrar deniyor. Kağıtlar dağıtıldı, sınavın başlama işareti verildi. Elimdeki sınav kağıdına bakıyorum. Bildiğim bazı cevaplar var ama acaba geçmem için yeterli notu sağlayabilir mi bilmiyorum. Cevapları bildiğim kadarıyla yazmaya başladım. Bu arada bazı ”kıdemli öğrenciler” sınav kağıdının üzerine isimlerini yazıp, teslim edip sınıftan çıktılar.
Sınav süresinin bitmesine yakın tarih öğretmenimiz yanıma geldi.
Öğretmen — Nasıl gidiyor?
Ben — Yazıyorum bir şeyler hocam.
Öğretmen — Sen üniversiteyi kazanmış mıydın?
Ben — Evet hocam.
Öğretmen — Nereyi kazandın?
Ben — Boğaziçi Üniversitesi Elektronik hocam.
Öğretmen — Ne? Neden söylemiyorsun ki oğlum, bak hatırlamıyor musun? 1711 Prut anlaşması, çabuk yaz.
Bu şekilde 5-6 civarı sorunun cevabını yazdırdı. Hesaplarıma göre tarih sınavını geçecek kadar soru çözmüş durumdayım.
Tarih sınavının sonucu da açıklandı, geçmişim. Artık lise mezunuyum.
Maddelerini, içeriğini bilmem ama o günden beri Prut anlaşmasının tarihini unutmadım. 1711 Prut...
OFFF MÜTHİŞ!
1984 yılının bahar ayları. Üniversitedeyim. Dersimizin başlamasına 2 saat kadar var. Sınıf arkadaşlarımla beraber Orta Kantin’in arka tarafındaki çimenlik alana oturmuş, bir yandan çay içiyor, bir yandan sohbet edip zaman geçiriyoruz.
Boğaziçi’nin bahar ayları gerçekten bir başka. Havasından mı, ortamından mı bilmiyorum ama hepimizin içi kıpır kıpır. Etrafımızda üniversitenin kadrolu kedileri ve köpekleri geziniyor. Ara sıra yanımıza gelip paylarına düşeni alıp gidiyorlar.
Kadrolu patililer haricinde etrafımızda koşturan bir köpek daha var. Sanıyorum ki misafir bir köpek. Çalışanlardan birinin ya da bir akademisyenin köpeği. Bir İrlanda Setter’i. Kızıla yakın uzun ve parlak tüyleri var. O da kendini Boğaziçi’nin ve baharın havasına kaptırmış, kendi kendine eğleniyor.
Tam bizim yakınımızdan geçerken ben arkadaşlarımın dikkatini çekmek için yüksek bir sesle “Off şuna bakın, çok güzel, müthiş, harika bir şey.” dedim. Tam o anda köşeden uzun saçları rüzgarda savrulan, alımlı, uzun boylu ve ince yapılı bir kız döndü. O da öğrenci. Kız ile göz göze geldik. Belli ki beni duymuş ve söylediğim cümlenin kendisi için söylendiğini zannetmişti. Ters ters bana bakıyor. “Şey, pardon. Ben köpek için söylemiştim.” Ancak ortalıkta köpek yok, çoktan uzaklaşıp gitmiş.
Kız başını iki yana sallayarak uzaklaştı. Bana inanıp inanmadığını bilmiyorum ama ben gerçekten köpek için söylemiştim.